Bayır yukarı çıkan bir kilometrelik yolun tam başındayım; iki keskin dolambaç ve eğim yüzdeliği som bir yorgunluk… Tepeme güneşin yakıcı saçları üşüşüyor her adımda. Mayıs güneşi böyle olmamalı, diyorum kaldırımda yürürken. Yol da gün gibi aksi seyrediyor. Kaldırımla itiş kakış dolambaçlı bir güzergâh... İkide bir durup dinlenmek zorunda kalıyorum. Yola nazır derme çatma evlerin asık yüzleri dikkatimi çekiyor. On iki yıldır bu evlerin arasından vasıtayla geçiyorum. Bu yolu yürümüşlük seviyem, hepi topu birkaç adımdan biraz fazladır. Tembelliğin kitabını yazmaya az kaldı. Yakında diyetisyen miyetisyen işlerine mecbur kalsam hiç şaşırmamam gerekir.
Ev, asık yüzlü evler; ağzının kenarında küçük gülüşler besleyen evler... İşte, arsanın kalıbına uygun bir tanesi tam karşımda. Gerçi, önünde büyük bir hiltiyle çalışan adam dikkatimi o eve yöneltiyor. "Tak taak taataaak" sesleri iç gıcıklıyor. Metal ve beton savaşına kulak kabartmış komşu evler de sese sitem ediyor. Çelimsiz vücuduyla delici kırıcı aletin tepesine baskı yapan adam, onun darbeleriyle sarsılıyor yukarı aşağı. Beni görünce işine bir müddet ara veriyor ve dal sigara yakıyor. Ev ile kaldırım arasında bir metrelik boşluk var, evin kodu yolun altında kalıyor eksiye kaymış birazcık. Ya yağmur kanalı açıyor ya da betonun altın foseptik borusu geçiyor. Bir sorun olduğu kesin.
Aletin operatörü emekçiyle göz göze geliyoruz. Bir baş selamı çakıyorum, aynı şekilde karşılık alıyorum selamıma.
Beton kırıntılarını ayağıyla kenara çekip hiltinin ucunu betona sabitliyor adam ve basıyor çalıştırma düğmesine kırıcının.
Arkası geniş, önü ipince tıpkı bir geniş üçgeni andıran kırmızı boyalı bu iki katlı evi hatırlıyorum.
Cephesi otuz beş metreyi bulan bu bina, yılbeyıl birbirine eklemlenmiş gibi duruyor. Bir bütün gibi duruyor fakat omurgası arasındaki bağlar güçsüzdür muhtemelen. Arsanın yapısı onun çarpık çurpuk bir yüz olmasına neden olmuş. Zaten bu mahalledeki evlerin çoğunda kol bacak, ağız burun yamuk değil mi?
Adı konulmamış bir aykırılık ve yorgunluk akıyor her bir yerlerinden. Lakin kırmızı boyalı biçimsiz evin duruşu diğerlerine taş çıkartacak cinstendir.
Yıllar önce yukarıdan aşırı hız yaparak gelen lüks bir araç yolun kırk beş derecelik dolambacını alamayınca o taraf bu taraf derken soluğu evin şu an kazılan boşluğunun üstünde almıştı. Küçük istinat duvarına toslayınca sırtüstü dönüp askıda kalmıştı evin cephesiyle kaldırım arasında.
Ekipler eve zarar vermeden zor bela almışlardı tekerleklerini göğe diken aracı.
Yorgun adımlarımı sıklaştırınca evin odalarını ve diğer bölmelerini merak ediyorum. Nasıl bir kaba saba mühendislik acaba? İç içe açılan odalar, sofalar, gördüğüm kadarıyla pencereler zaten ölçüsüz... Operatör emekçi, aletin ayarını son raddeye ayarlamış olacak ki oradan uzaklaştığım halde "ta taa taaa taaak" çığlıkları hala duyuyorum. Az ilerde tek katlı, alçak duvarlı, metal kapısı kaldırımla sıfır iki göz bir ev daha... Perdesi yana çekilmiş pencereden üste üste dizilen eski püskü yorganlar, döşeklerden başka nesne görünmüyor. Tanrı’m bu nasıl bir yoksulluktur ki hiç geçmiyor, giderek büyüyor. Yanı başındaki birkaç metrekarelik şirin bahçesine birkaç günlük fideler ekilmiş, onların berisinde mutlu bir sardunya ailesi… İşte bunlar, hakiki hayat öpücüğü gibi olmuş evin çehresine.
"Ama da taktın evlere bu sabah," diyorum içimden.
Ev işte, yoksul insanların el emeği göz nuru... Eskilerin deyimidir," Yoksulluk, tahayyüllü zor olan murdar bir kokudur." Kimsenin yanaşmak istemediği bu iğrendirici koku, sineceği yerleri hiç es geçmez. Buraların sahipleri, çıkma yapı malzemesi buldukça evlerin eskimiş yerlerini yenilemişler, düzeltmişler. Gerektiğinde bu evlere farklı gözler eklemişler.
Ustalık parası yok nasıl olsa. Birçoğunun eli keser tutar, incedir. Fakat marangozun kapısı olmazmış, doğrudur. Ama esas mesele; ustalık ve marangozluk da değil, bütçededir.
Kör olsun paranın gözü. Nelere kadir değildir ki bu kâğıt parçası?
Birkaç yüz metre aşağıda kalan rezidansları görmedin mi? Altı ayda gövde bulan üç koca bina. Bilmem kaç dükkân ve daireyi halkın sosyete pazarına getirip dikti Emlak Konut Şirketi. Oysa borsadaki hisselerine baksan üzerine ölü toprağı atılmış gibi. Yıllardır bir kazanç sağlamadı hissedarlara. Helal olsun diyorum, iyi kazıkladılar bizi. Tahtacı, bizlere hisse lotlarını tavandan kitlediği zaman, bizler avucumuzu koklayacaktık, bilecektik manipülasyonu. Tabi ki belediye el değiştirince bütün bunlar oldu. Arsa hem şehrin kalbinde hem de kıymet biçilmiyor arsaya. Fırsatı kaçırırlar mı? Pazartesi ve perşembe günleri kurulan cıvıl cıvıl "sosyete pazarı"nın yeri artık beton yığını. Ünlü giyim markalarına heves eden kenar mahalle gençleri burada onların defolu elbiselerine rahatlıkla ulaşabiliyorlardı. Şimdi nereye kurulduğunu bilmiyorum. Başka yerde kurulsa da eski yerini aratır sosyete pazarı. Üzülmemek elde mi? İçimdeki sağır sessizlikte kaynayan gürültü tufanı, geçmişin izinde sürüklemeye devam ediyor beni.
Mektebin dibindeki bir bedenlik bakkala gelince susadığımı fark ediyorum küçük bir su alıyorum oradan. Yıllardır hiç değişmiyor çehresi, işleten kişi de ketum bir adam. Ama ürünleri uygun fiyata satıyormuş, çocukların anlattığı…
Geçen yılki garabet geliyor aklıma bu defa. O da neydi öyle? Bakkalın sokağında, sıralı evlerin dördüncüsü, yola düzayak; çatısının paslı, yer yer delinmiş saclarının üzerine geçirilen mavi çadırlı ev, tuhaflıkta açık ara hepsini solar.
Şimdi öyle mi? Değil tabi ki para devreye girince ev bir anda kıllık değiştirmiş.
Bu hususta, bir derece etkim olduğunu düşünüyor, olaylarını nasıl geliştiğini sizlere anlatmayı zaruri buluyorum. Evin asıl sahibi, gelinini ve torunlarını iplemiyormuş. "Kira vermiyorsunuz, oturun bu haliyle," diyormuş.
Daha doğrusu, talebem olan üç torunundan en büyüğü söylemişti. Ne kadar doğru bilemem. Tesadüf bu ya, bir gün dedeyle karşılaştık. İri kıyım, üstüne başına dikkat bu adam, yaşını da hiç göstermiyor. Belli ki hayatın üzerimize geçirmek için uğraştığı ihtiyarlık postuna kail olmamış. Hoşbeşten sonra olur bir "an"ı fırsat bilerek , "Bu gariplerin damı her yağmurda şıp şıp akıyor, uyku arasında sürekli yataklarının yerini değiştiriyorlarmış. Yazık değil mi bebelere?" dedim hesap soran bir tavırla. Haklı gerekçelerimi tek tek sıraladım. "Geçenlerde anne yolun ortasına bir soba kurmuştu. Çer çöp ne bulduysa sobaya atmış, simsiyah duman mahalleyi sarınca fark edip uyardım kadını. " Aldığım cevabı da olduğu gibi yüzüne çarptım dedenin. " Kadının dediği ‘ Çocuklara kahvaltı hazırlıyorum, tüpümüzü dolduramadık bu ay. ‘ Sonra söylediklerimden utanıp yerin dibine girdim adeta."
Olan bitene duyduklarımı da dâhil ederek, bir çırpıda anlatmış, dedenin düşüncelerini öğrenmek istemiştim. Dede o gün beni dinlemedi değil, ancak çatıyı aktarmakla ilgili bir sır vermedi. Ne anasının gözüymüş meğer. Büyük torun söylediklerinde haklıymış. Oğluyla arası açık olduğu için onlara zırnık koklatmıyor, tapuları gizli sandığında saklıyormuş. Kirada olan evleri varmış, bütün cıbıllığı göstermelikmiş. Aslında hali vakti gayet yerindeymiş, üstüne üstlük emekliliği de varmış. Büyük torun evlendiğinde buranın tapusunu ona verecekmiş.
Mavi çadır neymiş be! Onun sayesinde bütün ailenin sırlarına vakıf olmuştum. Dedeye söylediklerimden sonra mektepler kapanınca uzak memleketlerin yollarına düşmüştüm. Hasret dolu yolculuklar, kavuşmalar, unutulmayan günler, geceler... Neyse uzatmayayım tatilde sıla yollarına düştüğüm doğrudur, ama bu mevzubahis değil.
Yaz tatili dönüşünde, ne görsem iyidir, dede öyle bir sürpriz yapmış ki ağzım açık kalmıştı evi görünce "Vay be, helal olsun dedeye!" demiştim duyulur bir sesle. Çatıya aktarmakla kalmamış, evin boyasını, badanasını yaptırmış, kırık olan eski pencerelerin yerine ısıcam taktırmış. Bir de bunlarla yetinmemiş, nispet yapar gibi evin giriş kapısının tam üstüne "BABA YORGUN" sözünü yazdırmıştı. İşte buna sevinçten dağılmıştım. Evin eski halinden eser bırakmamış dede, evi diğerleri arasında gerdan kıracak mertebeye çıkarmıştı.
Bütün bunların yaşandığı kavurucu "yaz”ın üzerinden epey bir sular akmış. Günberide kalmamış dünya , dönenmiş; yön değiştirmiş uzun saçlı yel, ritmi değişmiş dalgaların. Hiçbir şey ham kalmıyor dostlar; su çürür, tuz kokar… Evlerin eski sahiplerinin çoğu hayata değil belki. En az beş ülkeden beşer yüzleri görüyorum buralarda her sabah. Çoğu, savaş mağduru çaresiz insanlardır. Kiralar çok ucuz diye bu mahalleyi mesken tutmuşlardır. Soluk benizlerini okuyorum. Her biri ayrı bir öykünün yükünü taşıyor. Mülteci imlası diyorum, nasıl da yaralıyor insanı. Bu koca gezegeni her gün hunharca sağıyoruz, gene de yetmiyor harisliğimize hiçbir lütuf. Günden güne değişiyoruz. Ben hâlâ aynı karardayım; isyankâr, çılgın, sessiz, toplumcu… Bir nevi, kendimle didişmekteyim.
Düşünmek, yeniden yaşamaktır sanırım geçmişi. Hayal kurmak, hem geçmişi hem geleceği yeniden tasavvur etmektir. Yürürken daima düşünüyorum. İnsanın kumaşı değişir mi zamanla, hiç zannetmiyorum. Çocukken de öyleydim, akil baliğ olduktan sonra da. Ancak evlerin kıllığı değişir, bununla birlikte, oralarda yaşananlar anı olarak kalır hafızalarda.
Olsun diyorum, zeval gelmesin bu dedelere. Hep böyle olsun, değişsin çehresi bütün eften püften evlerin. Ancak öyle kolay değil. Bu yoksulluk zamanı, bu enflasyon devam ettikçe bu mahalle gayriihtiyari sebeplerle eski ve yamalı içliğini üstünde tutmaya devam edecek, çünkü başka çıkar yol yok.
NİHAT ALTUN