Annem yemek yaparken sigara paketimi alıp balkona çıktım. Şehrin yeşile meydan okuyan uğursuz grisi oradaydı yine. Bende bir nebze huzur uyandıran şu deniz de olmasa bu gri manzaraya dayanabilir miydim? Şehir kurulu bir oyuncak, bir defile yahut bir film seti gibi geliyordu bana. Hep olmadığım yerlerde, uzaklarda, buradan çok uzaklarda koca bir çam ağacının dalından sarkıtılmış salıncak ipinin hafif kıpırtılarında bulacağıma inanırdım o ele ve dile gelmeyen şeyi. Uzaklara bakmak beni hep başka dünyalara götürüyordu. Bulunduğum zamandan ve mekandan sıyrılarak hayal süsleyici kahramanların, öfkeme maruz kalanların yahut zalimlikleriyle dünyaya nam salmışların kisvelerine bürünür, uğruna yaşadıkları şeyi hissetmeye çalışırken bunu essahtan başardığıma inandırabilirim kendimi.
Bir İstanbul fotoğrafına bakmak aşabilir dilimin mütercimliğini. Denizi göz yaşlarından beslenir. Üst üste binen taşlardan her biri bir kılıç hamlesine denk düşer. Kenar mahalleleri yok mudur şehirlerin? Şu el arabasıyla çöpleri karıştıran çocuk. Yaşadığını biliyorum. Herkes biliyor ki yaşıyor o. Delik ayakkabısından sızıyor kar suyu. Gidince akşam eve üşüyecek. Nasıl ki rüzgar şu an hücum ediyorsa yüzüme o çocuk bu gece öyle aç yatacak. Ciğerlerim zehri nasıl emiyorsa annesinin elleri yavrusunun gözlerinde öyle ıslanacak. Belli belirsiz karelerle tutuşuyor kalbim. Uzaklara dalıyorum, mazinin derin sularına, varoşlarda yaşayıp cami avlularında dilenen çocuklara. Az önce sürdüm denize atımı. Şimdi ükemden binlerce kilometre uzakta, Irak’ta bir Amerikan askeriyim. Kurşunlarımız demokrasi taşıyor körpe bedenlere. Ne diye çektim tetiği, ne yaptı bu çocuk bana ki başından sızan kan göz yaşına karıştı? “Konjonktür, reelpolitika” gibi kelimeler nev‘inden bürokratlarımızın uydurduğu birkaç zırvayı hızlı hızlı tekrarlayarak üst kata çıktım. Bir varil petrol için kaç çocuk öğreniyor uçmayı? Bilmiyorum akşamüstü eve dönerken kaç litre yaktığımı. Az önce haber bülteni beşi çocuk on kişi can verdi diyordu. Sevgilim, metrpolümüz ceset kokarken vuslattan bahsedebilir miyiz? Son fırtı çektim sigaramdan. Verdiğim nefes karşımda göğü delen mezarlıkları bir an bulanıklaştırdı.
Annem seslendi içerden: “Yemek hazır yavrum, gel hadi!” Sonra balkonun açık kapısının yanına gelip “Hep açık unutuyorsun. Doğalgaz ödüyoruz biz yavrum. –Bu kadar sakin olmasına şaşırıyorum- Baban geliyormuş. Balık almış. Yarın da balık yaparız. Hem teyzenler de pek sever.” Acaba her evde yemek hazır mı şimdi? Her baba döner mi evine, elinde poşetlerle hemde?
Babamla adamakıllı en son ne zaman konuştuğumu hatırlayamadım. Ona olan -sebepsiz ya da sebebinin ne olduğunu bulamadığım yahut bulmak istemediğim- kızgınlığımın yok denecek kadar azaldığı olurdu. Siyaset ve ahlak konularında kendisinden beklemdeğim analizler yaptığında istemsiz bir hayranlık da duyardım babama karşı. Annem köyde geçirdiği genç kızlığından enstantelere dalmış bulaşık yıkarken; babam Winston sigarasından sinematografik bir fırt alıp dumanların içinden gecenin kapanışını yapıyordu:
“Sevgi dediğimiz her ne varsa –dosta sevgi, anneye sevgi, Allah’a sevgi- ekonomiden, menfatten ne kadar bağımsızdır? Sevgilerimiz bağımsızlığını kazanırsa bu Siyonist köpeklerin zülmü de biter.” Ah sağı solu belli olmayan sağcı babam…
Annem bulaşıkları bitirmiş “Namaz yavrum namaz! Varsa yoksa namaz. Biz dünyaya namaz kılmaya geldik. Arada da bir şeyler yapıyoruz işte. Namazzz yolda komazz. Namaz, namaz, namaazz.” diye diye günlük virdine doğru yol alıyordu.
AHMET MÜCAHİT YILDIZ