Sahip olmadığım ama eğer bir gün karşılaşırsam çok uzakta bile olsa tanıyacağım duygular var. Biliyorum, biliyorum çünkü aramak sahip olmaktan daha tanıdıktır her zaman. Hani çok özlediğin birine yolda rast gelirsin ya; bir gün ellerin cebinde yürürken talihin yolda karşına çıkar. İşte o an tam da böyle bir şeye ihtiyacım vardı, tanıdık bir hisse. Kaybolmuştum çünkü, ruhumun derinliklerinde zaten çıkar yol yok ama ikinci kez aynı yerden geçtiğimi anladığımda kalbimin ortasına bir yumruk daha yedim. Ayaklarım beni zor taşıyordu artık, yığılıp oturdum ben de orta yere. Ayıp mıydı? Belki ama o sıra İstanbul’a ve her tarafı birbirine benzeyen tarihi surlara sövmekle meşguldüm. Sanki bütün şehir üstümden geçiyordu, sanki önümden geçen tüm insanlar hastanenin yolunu bile bulamayan bu kıza acımakla alay etmek arasında bir bakış atarak önümden geçiyorlardı. Korktuğumu biliyor olmalıydılar, gittikçe hızlanan kalbim bedenimden fırlayıp gelene geçene dert anlatıyor olmalıydı. “Hastanenin yolu bulunur, ya bulduktan sonra görecekleri ne olacak?” diyor olmalıydı. Korktuğum yüzümden değil alınyazımdan anlaşılıyor olmalıydı. Başka türlüsü mümkün müydü?
Bundan böyle neyden azıcık ürpersem gelip mideme yerleşen kramplar da o günden kalmıştı. İlk o gün çakılmıştı bundan sonra hep aynı konuma yerleşecek olan ağrı. Sanki yığıldığım yerden kalkamayayım diye tüm tuşlara basmıştı görmediğim ama bana düşman olduğunu bildiğim bir kullanıcı. Aslında ilerleyen bölümlerde tüm bunlara alışacaktım, hastane yolunu öğrenecektim, o yoldaki dükkânlar dikkatimi çekecekti, birkaç gün sonra adının Ahmet olduğunu öğreneceğim çay ocağı sahibi ile sohbet edecektim, az ilerideki fırının simitlerinden alacak ve Ahmet amcaya da ikram edecektim, yolun kenarındaki sahaf dükkânı da hep dikkatimi çekecek fakat hiç içeri girmeyecektim. Ama o an bilmiyordum ve etrafta “talih”e benzeyen bir şeyler aradım. Bir kurtarıcı aradım, ararken zaman yavaşladı; her şey daha sarı ve daha sinematografik olarak akmaya başladı.
İşte onu tam da o sırada gördüm, yani bu hikâyenin sahibini…
Bir adam, ahşap bir el arabasında adını bilmediğim kadar çok çiçek taşıyarak ağır çekimle girdi sahneye. Çok iyi hatırlıyorum, parıldayan bir talihle boyanmış ama biz ölümlülerin adına “pembe” dediğimiz renkle sokağın tüm sarısını aldı götürdü o an. Vurulmuştum. Kalbim bu sefer heyecandan çarpmaya başladı, farkında olmadan sıkmaktan neredeyse paramparça ettiğim sonuç kâğıtlarını toparlayıp fırladım yerimden. Az önce beni taşımayan ayaklarıma adeta ilahi bir ruh indi. Koşuyordum.
Yetiştim adama, “Abi” dedim “Bu çiçeğin adı ne?”
Adam ya bana sıcak bir gülümseme ile baktı ya da birden her şeyi tozpembe görmeye başladım, bilemiyorum. “Begonvil.” dedi. O begonvil derken sanki beynimde şiirler çarpıştı, sanki Sezen Aksu hayatıma eşlik etsin diye yeni şarkılar besteledi; ne bileyim çiçeğe bakarken sanki annem eskisinden iyi olacakmış gibi geldi. Eskilerin adına “umut” dedikleri şey, talih pembesi bir çiçek miydi?
Bu çiçeği alıp anneme götürebilirdim, götürürsem “sonuç kâğıdı” denen canavarla da dövüşebilirdim.
Yapamadım.
Cebimde beş kuruştan hallice bir miktar para vardı ve benim adına besteler yapılan talih çiçeğim bir hayli pahalıydı. Bu şehirde umut bile pahalıydı yani.
Bir şeyler daha söylemem gerekirmiş gibi hissedip adama hastanenin yerini sordum, tarif etti. Aslında epey yakındaymışım.
Ellerimi cebime atıp dilimi ısırdım, ağlamak istemediğim zamanlarda hâlâ böyle yaparım.
Dedim ya: Aramak, sahip olmaktan daha tanıdıktır. Bir gün ellerin cebinde yürürken karşına bir hikâye çıkar. Şimdi o hikâyeyi evimin balkonunda büyüttüğüm bir başka begonvile bakarken anlatıyorum, böylece o gün kaybolan kız yolları buluyor.
ŞÜHEDA İRTEGÜN