. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

Sonuç: Hâlâ Çalışılıyor

ŞÜHEDA İRTEGÜN - 04 MART 2022

Ellerim kan kokuyor.

Beynimi istila eden karıncalar, ensemi yakıyorken nefes alıp vermek için bir düzen tutturamıyorum. Ellerimde kan var. Ellerime bakıyorum; annemin kanı. Aklıma nedense Raskolnikov geliyor, acaba fazla mı haksızlık ettim ona? Ellerime baktıkça önümde duran koridor gittikçe uzuyor, başım dönüyor, bir yere tutunmak istiyorum ama ellerimde kan var. Hem de annemin kanı. Başımdaki dönme dolabın kapatma tuşunu ararken bir sesle irkiliyorum;


-Biyokimya laboratuvarı sağ tarafta.

Baştan aşağı beyaz bir kıyafet ile bana gülümseyen sarışın hemşireye içten içe kızıyorum ama bu vahşete bu kadar güzel adapte olabildiği için de onu bir yandan takdir etmiyor değilim.

Acil tıp binası ile biyokimya laboratuvarı arasında kısa mesafe koşup dururken içimden buraları komple yakmak geçiyor. Kalabalığı yarıp dışarı atıyorum kendimi güç bela. Hava çok güzel, küfür gibi; güneş tepeden bakıp benimle eğleniyordur şu an kesin. Derin bir nefes alıp sağ tarafa ilerliyorum, az biraz yürüdükten sonra biyokimya diye havalı bir isim buldukları küçücük binaya giriş yapıyorum. İki yanı kasvet beyazı duvarlarla sarılı uzun koridorları var. Koridorun sonundaki duvarda küçücük bir cam bölme gözüküyor. Yaşanacak herhangi bir cinnete hazırlıklı görünüyor tüm şartlar. İçeride hiç kimse yok. Korku filmi gibi. Neyse ki ben her türlü senaryoya hazırlıklı geldim. İlerliyorum, kapısının üstünde “BURADA BEKLEMEYİNİZ.” Yazan minicik bir camdan içeri elimi uzatıp kan tüplerini bırakıyorum. Gözüm bir an yerdeki eskimiş kan izlerine takılıyor, kim bilir kimin ağrısı kurumuş, kim bilir kimin hangi acısının üzerine basıp geçiyoruz buradan. Nefesim daralıyor, koşarak çıkıyorum binadan.

Dışarısı ayrı bir cehennem, temiz hava benim bedenimde zehirli gaz etkisi yaratıyor. En yakın banka yığılıyorum. Güneş sırtımı ısıtırken yüzüme bir de ılık bir rüzgâr esmeye başlayınca ben de ağlamaya başlıyorum. Daha fazla tutamıyorum kendimi ama zaten ağlamak için en makul yerler hastane bahçeleridir. Kimse neden diye sormaz, başına toplanan kalabalıklar olmaz. Herkes az çok aynı naneyi yaşadığı için dev bir terapi grubu olarak görebiliriz oraları. Ağlama seansım fazla uzun sürmüyor, sırası değil çünkü. Üstüme başıma çekidüzen verip annemin yanına dönüyorum. Bıraktığım yerde bekliyor beni, yürüyemediği için bu çok normal geliyor gözüme. Yüzüme sahte bir gülümseme kondurup sandalyenin frenlerini boşa alıyorum.

-Çok ağır mı yavrum?

-Amma da yaptın be anne! Ne olacak şu kadar yoldan.


Yalan söylüyorum, bu konuda hayli yetenekliyim. Aslında tüm hücrelerim eve gitmek istiyor. Çok yoruldum ama kutsal bir yorgunluk bu. Şikâyet etsem birileri beni ayıplayacak gibi geliyor. Sanki “Çok yoruldum, taşıyamıyorum, hep kollarım ağrıyor.” Diyebilsem insanlıktan atılacağım.

Var gücümle ilerliyoruz. Hedefimiz doktorun yanına tekrar girebilmek ama önümüzde çok fazla sıra, engel ve bolca sinir harbi var. Saymadığım kadar saattir buradayız, yani bu engelli koşuda herkesten çok antrenmanlıyız icabında. Engelleri tek tek aşıp doktorun odasına giriyoruz. Sabahki doktor değil, biz beklerken nöbet değişmiş dolayısıyla her şeyi yeni baştan tekrar anlatıyoruz.

–Bir de EKG görelim.

-Bizim bir de kan vard…

-Tamam tamam, hepsine birden bakarız. EKG çektirip öyle gelin.


Böylece yepyeni bir görevimiz oluyor daha ellerimdeki kan kokusu geçmeden… Rotayı dört yanı mamur dev hastanenin kalp bölümüne çeviriyorum. Kollarım çok ağrıyor.

Kendimi garip bir cisim gibi hissediyorum. Çirkin, habis bir şey gibi. Diğer insanlardan değilim, buralı değilim, kendimde değilim. Sevgili tanrım ama cidden benim burada ne işim var? Hava neden bu kadar güzel? İçimden havaya küfür ediyorum. Hastane bahçesinin demir korkulukları mimari bir facia olmanın yanı sıra aslında bir sınır çizgisidir. Dışarıdaki ve içerideki hayatı ayırır; havanın çok güzel olması sebebiyle keyif yürüyüşüne çıkanlarla havanın nasıl olduğunun farkına varmadan kan sırası bekleyenleri ayırır. Küfür gibi. Şehrin ortasında, ona muhtaç olduğumuz arsız bir küfür gibi dikiliyor bu hastane burada. Tam da o türküde geçtiği gibi; buraya bir kez işiniz düştüyse bir daha önünden yolcu olarak bile geçmek istemezsiniz. Lanetli bir yol çünkü.

Doktorun söylediği her şeyi yapmış olmanın getirdiği haklı gurur ve geçen milyonlarca dakikanın üzerine; “Bu sefer kesin tamam, sonuçlara baksın artık gidiyoruz.” Diyerek tekrar tıklatıyorum üzerindeki lekeleri bile ezber ettiğim kapıyı.

–EKG ve kan sonucu için tekrar geldik biz.

-Maalesef birkaç sıkıntı görünüyor.

-Sıkıntı derke…

-Evet evet, bir de bilgisayarlı tomografisini göreyim teyzenin. Sen al bu ilacı BT’ye ver.

-Ama sıkıntı derken…

-Son olarak konuşacağız, haydi dediğimi yapın. Sıradaki!


Annemi alıp önümüzde sonsuz bir labirent gibi uzanan bu koridorlarda şimdi de tomografi odasını arıyorum ama bu sefer çok sürmüyor. Dev bir demir kapısı var, uzay üssüne benziyor içerisi. Zaten girmek de yasak. Annemin arabasını kapının önüne park edip beklemeye başlıyorum. Ellerim titriyor, çığlık atıp sinir krizi geçirmemesi için bedenimle bir antlaşma imzalamaya bile hazırım; ne istiyorsan iki katı! Yeter ki bu lanet yerden çıkana kadar sabret güzelim.

Görevliden sonuçların çıkmasının iki saati bulabileceğini öğreniyorum bir süre sonra. Canım sıkılıyor, annem görmeden sigara içmem lazım diye düşünürken kendimi dışarıda buluyorum. Ayaklarım aklımdan önce koşmuş. “Havanın bütün renklerine şahitlik ettim.” diye geçiyor içimden. Derin bir nefes çekiyorum, Drogon’u kıskandırır gibi üflüyorum dumanı. Sigaramın dumanı nereden geldiğini anlamadığım yemek kokularına karışıyor. Burnuma leziz kokular gelince anlıyorum acıktığımı, bir şehre hastane yapılınca beraberinde koşarak gelen bonuslar bunlar. Dışarıya karışmana gerek kalmasın diye çevrede ihtiyacın olabilecek her şey var. Yeter ki uslu bir fare ol ve labirentinin dışına çıkma, her şey ayağının altında.

Gidip çift kaşarlı tost yaptırıyorum iki tane, iki de ayran. İçeriye girip annemi alıyorum ve akşama direnen son güneş kırıntılarının karşısına park ediyorum arabasını. “Açık havada yemek ısmarladım sana.” Diyerek yersiz bir espri yapıyorum, yine de gülüyor. Canım anam.

Ne kadar daha bekleyeceğimizi bilmediğimiz için dilce ifade etmesek de ikimiz de anın tadını çıkarmaya çalışıyoruz. En azından birlikteyiz. Doktorun sıkıntı dediği şeyi bir kenara bırakıyoruz. Hem beklemek bir yerden sonra can sıkmıyor. Eğer yeterince beklerseniz bir süre sonra hissizleşiyorsunuz. Eskilerin “sabr-ı cemil” dediği şey bu olabilir. Beklemek insana garip bir dinginlik kazandırıyor, gün içinde normalde sinirden deliye döneceğim birçok şey oldu ama sükûnetle boyun büküp sefil insanın gündelik telaşına verdim hepsini. Ulan! Beklemekten yanlışlıkla Splinter Usta’ya dönüşmüşüm.

Zaman kavramı bulanıklaşıyor bir yerden sonra; mesela oturup iki saat bekleyeceğimi bilsem daha çok canım sıkılır, vakit geçmek bilmez ama bu belirsizlik… Bu belirsizlik insanı değişik hallere sokuyor. Az kaldı, izafiyet teorisini yeni baştan yazacağım.

Ben beklerken etraftaki kalabalık dönem dönem azalıp çoğalıyor; kavga edenler, sırası gelenler, üzgün üzgün sigara içenler… Hepsinin sureti değişiyor, bir tek biz kalıcıyız burada.

Akşam rüzgârı çıkınca direksiyonu tekrar hastane koridoruna kırıyorum, bekleme salonuna. Orada oturan bir kız var, etrafına neşeli neşeli bir şeyler anlattığı için önce sinirimi bozuyor. Arada göz göze geliyoruz, gülümsüyor bana. Gülerken gözlerinin içi dans ediyor. Kıza baktıkça daha çok başım dönüyor çünkü burası sadece bekleme değil surat asmanın ve uzun susuşların odası, yersiz neşesi beni rahatsız ediyor. Kalkıp koridorda volta atmaya başlıyorum. Döndüğümde hâlâ orada olduğunu görüyorum ama bu kez yanında yaşından ve görüntüsünden babası olduğunu tahmin ettiğim biri var. Gözlerinde biraz önceki ahenk yok, ışığı sönmüş gözlerinin. Adama bakıp; “Burada beni yalnız mı bırakacaksın?” diyor ama uzun bir susuştan sonra gidiyor adam.

Orada olmamam gerektiğini hissediyorum, üzülecek başka sebeplerim var çünkü. Kız bir süre yeri gözlüyor, baktığı yerde solmuş birkaç fayanstan fazlasını gördüğü belli. Ona baktığımı fark etmiş olacak ki başını kaldırıp burnunu çeke çeke ama ilk baştaki coşkusuyla; “Yarın hava 15 derece olacakmış.” Diyor. İçimden; “İnşallah yağmur yağar.” Demek geçiyor ama onaylar gibi başımı sallayıp hafifçe gülümsüyorum. Bu yaptığım zalimce olabilir ama hava canımı çok sıkıyor. Birini teselli edecek yeterli enerjiyi bünyemde bulamıyorum. O sıra ismimizi söylüyor lekeli kapıdan çıkan biri. Demek ki sıra gelmiş. Annemi alıp heyecanla içeri koşuyorum ama bu, sonsuz döngünün kırılmasına yetmiyor.

-Teyzenin troponin değerlerini de bir görelim.

Zehrimi bir yere kusmam lazım, kusmam lazım. Canına yandığımın psikolojisi direkt mideye çalışıyor. Sol kroşe atsa daha az zoruma gider, şerefimizle acı çekeriz. Burnuma yine kan kokuları geliyor. Annemin kan vermekten delik deşik olmuş kollarına bakıyorum; hastane üstümden geçiyor.

Mecburen sandalyeyi kan alma odasına yöneltiyorum, burnumu çeke çeke; ağlamamam lazım, annemin yanında olmaz. Bir çeşit ayine dönüştü bu olay, annemin sandalyesini uygun bir yere bırakıp kalıtsal bir ritüeli tamamlamak için yolunu ezber ettiğim koridorları tekrar yürüyorum.

Ayinimizi tamamladıktan sonra annemin yanına dönüyorum. Boş bir tekerlekli sandalye bulup çekiyorum yamacına.

Beklemek bir yerden sonra can sıkmıyor.

 

ŞÜHEDA İRTEGÜN

Şüheda
EDİTÖR