. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

Henry’nin Yaşattıkları Part Tuu

TARIK TEKOĞUL - 08 TEMMUZ 2021

Uyarı: Bu metinden maksimum haz almak istiyorsanız önce part vanı okumalısınız.  Tek başına bu metnin sizi tatmin etmemesi durumunda tanrı anlatıcınız ben, mesuliyet kabul etmeyeceğim. Öhömm. Şimdi kaldığım yerden anlatmaya devam ediyorum.

FERNANDO. Bu Fernando aslen Doğu Karadenizlidir. Annesinin Portekiz’de tanıştığı bir yaşam koçunun ismini almasında payı var. Babası ”ecnebi ismidir İdris koyalım,” diye tuttursa da “anamın evine giderim,” diyen annesi nihayetinde galip gelmiş. Fernando geniş portföyü, ondan çalanın topuklarına sıkma cesareti ve sattığı silahlara kişiye özel işlemeler yapabilmesi sayesinde çok büyümüş. Karadeniz’de silah satacak adam kalmayınca göçmüş Amerika’ya. Namı yetmiş burada da. İyice kuvvetlenmiş. Şikagolu siyahilerin hoşuna gitmemiş bu. Düşmüşler peşine. Bakmış kendi zayıf bedeni üzerinde bir Amerikan rüyası güdüyor bu çakallar, ülkedeki gizli tesisleri basmaya başlamış. Kendine içinde 25 yıl kalacak buzdan bir küp inşa etmelerini istiyormuş bulduğu araştırmacılardan. Yaşlanmayacak, 25 yıl sonra adı unutulduğunda tekrar başlayacakmış ticaretine. Sonunda bir profesör sıcak bakmış bu fikre. İstediği silah altıpatlar Magnum on bin dolarmış. Karısının mücevher tutkusundan yıllardır biriktirememiş bu parayı. Fernando’dan pembe renkte bonibonlu bir Magnum altıpatlar yapması şartıyla teklifi kabul etmiş. Fernando da mecburen silahı yapmaya başlamış. Silahı yapınca Profesör besmele çekip küpü inşa etmeye koyulmuş. Bitince zaman çizelgesini, erime tarihini 25 yıl sonraya ayarlamış. Sokmuş Fernando’yu içine, basmış tuşuna. Kendi de köyünde bonibonlu Magnumuyla atış talimi yapmanın tadını çıkarmaya başlamış. 25 yıl sonra Fernando azıcık kas, biraz da baş ağrısıyla uyanmış erimekte olan küpte. Hafızasının yerine gelmesi birkaç gün sürmüş. Silahları sakladığı yeri -oltasını attığında rahat takılsın diye kancaya, delik delmişti bunlara- hatırlayınca gülümsemiş. Ve başka bir yere gömdüğü küçük servetiyle bir tekne alıp açılmış Seattle sularına. Ama o da ne! “Gat dem it!” demiş. Annesinin ona “gat dem it dönüp dolaşır sana gelir,” demesine rağmen. Silahlar orada yokmuş. Hemen Vali’ye gitmiş. Ona güzel hediyeler götürmüş. Vali rüşveti kabul etmeyince ailesi ve kaymaklı kadayıfla tehdit etmiş onu. “Şehirdeki tüm tatlıcıları deşerim,” demiş. Civarda aniden zengin olan adamların listesini istemiş. Vali bir daha kaymaklı kadayıf yiyemeyeceğinden korkarak Seattle Emniyet Amirliği’nden de bilgi alıp vermiş listeyi Fernando’ya. Fernando’nun listeyi daraltması ve tek bir isme düşürmesi bolca mermi, tehdit ve rüşvete mâl olmuş. Ama nihayetinde elinde tek bir isim varmış artık. “Kam davn,” demiş kendine. Ve hınzırca gülümsemiş.

ORTASINDA YA DA SONUNDA ANARŞİNİN PATLAK VERME OLASILIĞI YÜKSEK OLAYLAR ZİNCİRİNİN İLK HALKASI. Kızağa alındım. Tanrı anlatıcılar katında üslubum değersiz ve gereksiz bulundu. Amerikan filmlerine düşkünlüğümün de payı varmış bu kararlarında. “Sen her şeyi bilmesen de olur,” dediler. Beni ben anlatıcıların, insanların dünyasına gönderdiler.

Kulak verin. Şimdi anlatacaklarımı evrenin yorgun ve boktan bir günün sonunda girdiği jakuzide rahatlaması olarak tanımlayabilir bazınız. Ya da ufukta iştahlı gözlerle, medeniyetin; düzenin raydan çıkmasını hevesle bekleyen bir canavarın avını hapur hupur mideye götürme telaşı sayabilir. İnanın ya da inanmayın bunlara. Yumak haline getirilmiş bir kaos ihtimali hayal edin. Sıkıştırılmış ve içine hava giremeyecek kadar da yoğun olsun. Şimdi  bu yumağın korkunç bir gürültüyle her yere parçalarının saçıldığını düşünün bakalım. Hu vii go.

 Charlie’nin evine gidiyoruz şimdi. Ortalık Miller şişesinden geçilmiyor arkadaşlar. Girişteki kapının kenarlarına bir sanat eseri üretmiş gibi kibirle saplamış bunlardan ikisini. Lanet evin bir Miller şubesi olduğunu düşünürdünüz gördüklerimi görseydiniz. Şöyle kimseye gözükmeden gözleyeceğim mevzuyu. İdealist bir gazeteci gibi önemli olduğunu düşündüğüm her boktan detayı sizinle paylaşacağım.

1. Charlie şişeden bira içiyor. Açılan kapak seslerinden her on dakikada bir bira bitirdiğini anlıyorum. Berbat bir İngilizceyle şarkı söylediğini de hesap edersek kendisi oldukça sarhoş vaziyette.

2. O da ne! Uf. Bacımız, Diana. Derin soluklar alıp kendini bir cenge hazırlıyor gibi. Eline ulaşıyorum, hayır olamaz. Ar yu siryus? Elindeki borcamda sigara börekleri var. Usul usul yürüyor. Kapıyı kafası önünde tıklatıyor. Sarhoş babasını görünce kendini gülümsemeye zorlayıp ona bu sefer çökelekli değil patatesli börek yaptığını ve o beğenene kadar yüce tanrının yarattığı ne kadar sebze varsa onu böreklerinde deneyeceğine yemin ediyor. Elimi alnıma vuruyorum. Bu kız akıllanmaz. Charlie onu içeri alıyor. Karnı biraz acıkmış olmalı. Kızına paket servis elemanı muamelesi yapıyor. İçeride bir süre sessizlik hâkim olacağı belli. Dışarıyı gözlemeye devam ediyorum.

3. Cillop gibi bir Camaro’dan “Hangimiz Sevmedik Çılgınlar Gibi” parçası yükseliyor. Arabanın içerisindekilerin sağır olduğunu düşünüyorum. Bilin bakalım filmli camlarında “ELE MİNNET EDECEĞİME CAMAROMA MASRAF EDERİM” yazan bu arabadan kim iniyor? David ve Francis. Bagaja doğru ilerliyorlar teybin sesini kısıp. İki otomatik silah, birkaç el bombası, iki de tabanca alıyorlar yanlarına. Charlie’nin uyumasını beklemenin en doğrusu olduğunu fısıldıyorlar birbirlerine. Çöktüğüm çalılığın tam karşısındaki çalılığa çöküyorlar. Her an beni görebilirler, evet gördüler. “Vat dı hel?” deyip tabancalarını bana doğrultuyor ikisi de. O an için duymak istedikleri tek şeyi söylüyorum onlara. Charlie’nin düşmanı olduğumu ve onu öldürmeye geldiğimi. Birbirlerine bakıp bir güven testine sokuyorlar beni. David soruyor, “Charlie sigara böreklerini hangi gözüne sokardı?” Gülümsüyorum, lanet bir tuzak bu. “Gözüne değil kahrolası burnuna sokuyordu,” diyorum, “ve tanrıya yemin ederim o kara kıçına bu nimetin kıymetini öğretecek kadar sert vuracağım.” Bu kez güvenle gülümsüyorlar bana. Burada beklemenin ve etrafı kolaçan etmenin en doğru fikir olduğuna karar veriyoruz.

4. Fernando denen herif geliyor, kafasında dikkat çekmediğini ona düşündürten kapkara bir kasketle. Gizemli gözükmeye çalışmasından anlıyorum bunu. Kasket takarsanız dikkat çekeceğinizi bilmiyor. Ben onu görüyorum ama David ve Francis çöktükleri çalılıktan onu göremiyor. Kızağa alınmadan önce tanrı anlatıcı olduğum için Fernando’nun bu ikisini öldürmeye ya da onlara ödetmeye geldiğini biliyorum. O da biraz ötedeki çalılığa çöküp beklemeye koyuluyor. Hayatım çita mısınız siz? Herkes bir çalılık bulup çöküyor. Av ne zaman başlayacak? David ve Francis kapıya ilerleyip tek tekmede kırıyorlar neyse ki. Fernando-ne büyük bir burun bu böyle- da David ve Francis’in çöktüğü çalılığa çökünce beni görüyor. Elini beline atıp karanlıkta modelini seçemediğim silahı doğrultuyor bana. Sakin olmasını istiyorum. David ve Francis’in ezelden düşmanı olduğumu, buraya da onları öldürmeye geldiğimi söylüyorum. O da aklınca bir güven testine sokuyor beni: “Francis’e habu gada silahı kim hediye etti bi de bagayim bağa?” “Yüzünü süt buzağı tepesice emicesi,” diyorum kaşlarımı çatıp güven vermeye uğraşarak. Benden çaldığı askeri termal çoraplar sebebiyle buraya geldiğimi belirtiyorum. Yavaşça indiriyor silahını, o da gülümsüyor artık. “Sen git ben nöbet tutayım,” diyorum. Tamam deyip kapıya ilerliyor.

5. Bu gözlüklü adam da kim? Aaa Profesör bu. Ne işi var burada? Olmuyor, tanrı anlatıcı değilim artık. Sorup öğrenmem gerek. “Bayım saklanmayın gelin lütfen,” diyorum. “Bu evin önünde tüm kıçlara yetecek kadar çalılık var.” Yanıma geliyor temkinlice. Fernando’nun arkadaşı olduğumu ve burada onu beklediğimi söylüyorum ona. “Sen niye geldin?” diye soruyorum. “Takip ettim Fernando’yu,” diyor. “Karım bonibonlu Magnumumu gördü ve çok kıskandı. Kendi de pırlantadan bir Magnum istiyor. Bir silah daha yapmasını rica edecektim ondan.” “Anladım,” diyorum. “Birazdan içeri gireriz.” Hâlâ silah sesi duymamış olmam çok garip. Kalkıp kapıya doğru ilerliyoruz.

FAYNILİ KONTEKS

Beklemekten sıkılmış gibi ayakkabılarıyla otları yoluyor Profesör. Arada da gökyüzüne bakıyor. Koluna girip “hadi pırlantalı Magnumuna kavuşalım,” diyorum. Gülümsüyor. Kapıyı çalıyoruz. Aslında ürktüğümü bu noktada itiraf etmem gerek. İçeride bir sürü ruhsatsız silah ve denyo var. Kaşımın ortasına mermi gönderebilir bu denyolar. Ama kızağa da alınsam hikâye anlatıcısıyım ben. Hikâyelerin finali önemli. Onu yakalamadan mutlu olmayacağım. Kapı korku filmlerindeki gibi gıcırtılı bir sesle ardına kadar açılıyor. Bütün denyolar -bacımız hariç- koltukta oturup gülüşüyorlar. Önlerinde boş Miller şişeleri. Kül tablası izmaritlerden taşmış. Bana yöneliyor hepsinin bakışları aynı anda. Keşler kadar mutlular. Sinirleri alınmış gibi. Charlie elinde tuttuğu patatesli sigara böreğiyle ağzı dolu konuşuyor, “adamım bir biraya ne dersin?”

Profesör’e dönüyorum. O da şaşkın bakışlarla süzüyor odayı. David baterisinden, Diana babasının sevgisini belli etmekte beceriksiz olduğundan, Francis askerde tuttuğu 2-4 nöbetlerinden bahsediyor. Fernando Charlie’yle tavla atıyor bu sırada. Soru sormaktan kurtarıyorlar beni. En büyükleri Fernando alıyor sözü: “Ateşkes imzaladuk.” Hayal kırıklığıyla tüm denyoları -bacımız hariç- o evde bırakıp ayrılıyorum yanlarından. Hemen bir nalbur bulup sprey boya alıyorum. Göğe bakıp kısa bir hesap yapıyorum. Tüm yolu kapatacak şekilde büyük harflerle şunları yazıyorum:

ESKİ KANKA VE YENİ KULUNUZ SİZE TÜM KALBİYLE YALVARIYOR

BURASI KATLANILACAK GİBİ DEĞİL

BENİ TEKRAR YANINIZA ALIRSANIZ

GEREKSİZ GEVEZELİKTEN UZAK DURACAĞIM

VE HAFTADA İKİ GÜN BULAŞIK YIKAYACAĞIM

 

AHMET TARIK TEKOĞUL

Şüheda
EDİTÖR