. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

Kavuşmak

Yine araba sesi duydu, uzandığı döşekten hızlıca kalkıp sendeleye
sendeleye camın kenarındaki sedirin üzerine oturdu. Kalbi yerinden çıkacak
gibi heyecanlanmıştı. Heybetli gövdesini görme umuduyla perdeyi hafifçe
araladı. Oysaki gelen taksi yine o sıska kızı getirmişti.
Camın kenarına gidene kadar şalvarını ayağına nasıl geçireceğini bile
hesap etmişti. Yılların kavuşması pijama ile gerçekleşemezdi. Gelen yine
Hacı değildi. Bu gece de uykusu kaçmış, sabah ezanına dek uyuyamamıştı.
Eskisi gibi biri onu bir gün getirecekti. Bunu o kadar istiyordu ki yiyeceği bir
iki tokatın düşüncesi bile onu ürkütmüyordu. Aksine özlemini körüklüyordu.
Yine eskilere dalıyor, geceleri onun yattığı divanın gıcırtılarını hayal
ediyordu. Mavi tasta ayranlı ekmek istemesinin, onun içinde kelebeklerin
uçmasına sebebiyet verişini düşlüyordu. Öyle ya mavi tas, öyle sıradan bir
tas değildi. Çivit mavisi, dışı kabartmalı çiçek desenli, üst tarafı su dalgası
gibiydi. Melamin tabaklardan sonra evlerine giren değerli eşyalardan biriydi.
Her gün bıkmadan usanmadan öğleden sonra ayranlı ekmek hazırlamak

onun için büyülü bir şölen gibiydi. Hele onun ayranın içindeki kaşıkla
ekmekleri karıştırdıktan sonra kaşığı daldırıp titrek eliyle damlata damlata
ağzına götürüşünü düşününce hafiften gülümsedi ve koca bir soluk çıkardı.
Kalktı, şalvarını giyip beyaz başörtüsünü çenesinin altına mühürledikten
sonra mutfağa gitti. Yalnızlığına bir çay demledi. Kuru ekmek ve zeytini çay
bardağı ile çay tepsisine koyup yine cam kenarındaki sedire oturdu. Çayına
şeker koymak için çerçevenin kenarına bıraktığı şekerliğe uzandı. Çay
kaşığını şekerliğe daldırıp çay bardağına bıraktı ve şeker tanelerinin
yavaşça süzülüşünü izledi. Ardından güzelce karıştırdı; kuru ekmeğinden
bir parça koparıp çayın içine daldırdı. Dişleri olmadığı için ekmeği kurutup
çayın içinde yumuşatıyordu. O yumuşaklığı, çene kemiklerinde hissettikten
sonra zeytin tanesi atıp ağzını tatlandırıyordu. Zeytinleri çekirdeklerinden
ayıramadığı zamanlar çekirdekleriyle yutuyordu. Ne de olsa şifaydı.
Çayın sıcaklığıyla ısındığını hissetmişti. Kör olası sobanın söndüğünü o
anda fark etti. Kopardığı kuru ekmeği bitirdikten sonra sobanın maşasını
aldı. Kıvılcım bulabilirim umuduyla sobanın döner kulpunu çevirip kapağını
açtı. Sobanın içindeki karanlık, geceyi hatırlatmıştı. Oysa her gece aynı
hüsrana uğruyordu yıllardır. Kalbini sıkıştıran karanlık delik git gide
büyümeden sobanın altındaki kül çekmecesini çekip içindeki külü de içine
sıyırdıktan sonra, dış kapının önündeki kül tenekesine boşalttı. Bereket
versindi ki üst katta oturan gelin odunları kovaya koymuş, üzerine bir torba
kömür doldurmuştu. Sobanın çekmecesini yerine taktı. Kömür torbasını
sobanın alt kısmına yerleştirdi. Üzerine odunları dizdi. Cam kenarındaki
sedirin süngerini kaldırıp altından bir gazete parçası buruşturdu. Buruşuk
gazeteyi odunların üzerine koyup birkaç çıra parçasını da gazetenin üzerine
çadır kurar gibi yerleştirdi. Karyolanın altındaki sepeti çekip içinden kibrit
kutusunu aldı ve kibriti ateşleyip çıraların arasından ulaşabildiği gazeteyi
tutuşturdu.
Kahvaltı tepsisini kaldırdığı sırada, kapı çaldı. Falcı,  “Ah ablam, neler oldu
bir bilsen! Bir kahve yap da oturalım” diyerek içeri girdi. Bütün kasvet bir
anda dağılıvermişti. Falcı kocaman bedenini camın kenarındaki sedire
ortaladı. O da yaptığı kahveleri aralarına sığdıramayacağı için acı yeşil
rengindeki iskemleyi yanaştırdı. Bu iskemle ile tam hayal âlemine dalacaktı
ki falcı heyecanla anlatmaya başladı. Ama aklı yeşil iskemledeydi. Hacıyı
ona oturturdu, eğer aksilik yapmazsa berberin fırçayı sabunlayıp köpüğünü
sakallarında gezdirişini izlerdi. Off! Şu Falcı da anlatırken dürtmese iyi değil
miydi?
Bu ev ve içindeki bütün eşyaların Hacı’yı hatırlatması kendini iyi
hissettiriyordu. Zaten Hacı ona hep iyi gelmemiş miydi? Köyde adı
çıkmamış mıydı? Bir tek adet görmüyor diye olacak iş değildi. Kimse ona
talip olmuyor, görmeye de gelmiyordu ya hani… Ama Hacı öyle miydi?

Babasının belki çocuğu olmaz demesine bile aldırış etmemiş, bana yarenlik
etsin yeter demişti. Evlendikten sonra hem kocası hem şifası olmamış
mıydı? Ona dört tane de evlat vermişti. 5 tane evlat yetiştirmişti. O masum
evlat da onun oğlu sayılırdı. Sesi çıkmazdı ki kimseye zararı dokunmazdı.
Onun memleketi terk edişi kendi evladı gibi canı acıtmamış mıydı?
Koca bir soluk daha çıkardı, tüm bu düşünceleri bırakıp Falcı’yı yola
koymak için kapıyı açıp ayakkabılarını düzeltti. Kahverengi önü kapalı
naylon terlikleri de kendisi için düzeltti. Ayaklarını kapının dışına çıkarıp
kapının eşiğine bıraktı kendini. Başını gökyüzüne kaldırdı, yalancı güneş ve
eşiğin tam karşısındaki avlunun dışına sarkan dallardan, eriğin çiçekleri
görünmeye başlamıştı. Falcı da içini ısıtacak haberler alacağını söyleyip
gitmemiş miydi? Beklerdi, bu güne kadar da beklememiş miydi? Artık
mahalleye çıkan taksiciler Hacı’yı sormaktan vazgeçmişlerdi. Ama o
beklemekten vazgeçemezdi. Aklı yerine gelse çıkıp gelmez miydi?
İkindi vakti gelmişti. Yoldan geçen komşularla selamlaşıp, hal hatır
sorduktan sonra eşikten kalktı, tökezleyerek kahverengi naylon terliklerini
çıkardı ve abdest almak için içeri girdi. Abdest aldı, su yeşili seccadesini
serdi. Euzu besmele çekti, ikindiye niyet edip namaza başladı. Sübhaneke
ardından Fatiha suresini okudu. Yalnız son zamanlarda ihlası rükuya
inerken okumaya başlamıştı. “Sübhanerabbiyelala” Hacı’nın kayboluşuyla
kaybolmuştu. Evin önünde duran araba sesleriyle daha da hız veriyordu,
yetişmek için. Yeniden “Allahüekberdi”, dört rekatı düşmeden bitirebilmek
için gayret ediyordu. “Esselamü Aleyküm ve Rahmetullah, Esselamü
Aleyküm ve Rahmetullah”tı. Hemen sedirin kenarına yanaştı. Evin önüne
yanaşan araba çoktan gitmişti, Hacı’yı getirmiş miydi? Bir de kapıyı açıp
baksındı.
Usulca kapatıp içeri girdi. Odanın kapısını aceleyle açık bıraktığı için oda
buzlamıştı. Neyseydi, sobanın üst kapağını araladı ve namaza devam etti.
Dua ediyordu Rabbine, Hacı gelsindi. En son arkasından gittiği gün,
gözünün önündeki adamın nereye gittiğini görmemişti. Rabbi ona müsaade
etmemiş, buraya kadar demişti.  Gözünü anlık kör eden Rabbi, onu eve
döndürmez miydi?
Akşam olmuş, gelin oklavayı tavana paralel tutup, yere vurup ona
işittiriyordu. Bu, yemek hazır gel demekti. Soğuk havada yukarı çıkmak zor
oluyordu ama tek başına yemek yemek hiç keyif vermiyordu. Dışarı çıkıp
anahtarı aldım mı diye yeleğinin ceplerini yokladı ve kapıyı çekti. Sarı ışık
yanan çapraz bacaklı sokak lambasından tutunarak evin yan tarafındaki
girişe ulaşmak için altı basamak çıkıp zile bastı. Demir kapı otomattan
açılmıştı, torun yine “kim o?” diye sormadan kapıyı açmıştı. Anasından
zılgıtı yiyecekti.

Yemek yemiş, oturduğu yerde biraz kestirmişti. Gelin, çaydanlığı sobanın
üzerine getirdi. Çaydanlıktan bir iki damla su sobanın üzerine atlayınca
tıslama ile fokurdama arası bir ses ile irkildi. Torunlar onun kestirme
yaptığının farkına varmış olacaklar ki muzip gülümseme sesleri
çıkartıyorlardı. Iscacık bir bardak çay içip evine gitti ve gece yarıda bıraktığı
uykusuna devam etti.

Her gece olduğu gibi o gece de pencere kenarında duran taksi için sıcak
yatağından yalpalaya yalpalaya çıkacak, sedirin önündeki perdeyi
araladığında uykusu kaçacak, sabah demlediği çaya kuru ekmeğini banıp
zeytin katık edecek ve hava almak için çıktığı kapının önünde gelen
geçenle halleşecekti. Aldığı nefes sayısının sonuna gelmeseydi. Kim
bilebilirdi ki, 22 yıl sonra tam da Hacı’nın kaybolduğu gün ona kavuşmak
için önce “Aziz Allah Celle Celalühü’ne” kavuşacağını….

ARZU TEKOĞUL

Şüheda
EDİTÖR