. k e r e s t e

d e r g i

Kitapsız Yazar

Kitapsız Yazarlar (4): Selman Dinler

SÖYLEŞİ - 31 AĞUSTOS 2022

Kimdir Selman Dinler?

 

Bu çok zor, verdiğimiz cevaplarla kendi kendimizi bir yere çivilediğimiz, hiç sevmediğim ve asla hakkıyla cevaplanamayacak bir soru. Ayrıca kendimden bahsetmekten hoşlanmam. Bunu da başarılı bir yazar olmanın başlıca şartlarından sayıyorum ama biliyorum ki işler aslında bunun tam tersi. Uzun uzun kendilerini anlatıp duruyor başarılı yazarlar. Bundan hiç sıkılmıyorlar. Okurlar da onları deli gibi merak ediyor, sadece onları okumak yetmiyor, seslerini duymak, dinlemek ve bakmak, doyana kadar bakmak istiyoruz yazarlara. Sonunda ölüp gittiklerinde de dergilere fotoğraflarını basıyor ve biyografileri üzerinden insanları didiklemeye devam ediyoruz. Eserlerindeki şahsi ögeleri cımbızlayıp buluyoruz. Eşleri ve çocukları bile merakımızın hedefi olmaya devam ediyor. Bir tür sirklik hilkat garibesi muamelesi yapıyoruz. Kesinlikle çok meraklıyız. Ben de biraz öyleyim doğrusu. O yüzden, kendimden bahsetmekten hoşlanmasam da, ikiyüzlülük olmaması adına, şu kadarını söyleyeyim: Mühendisim. Evliyim. Karımı çok seviyorum. Çeşitli yerlerde yaşadım. Kırkı devirdim. Yeterince yazmıyorum.

 

 

Öykü yazmasanız ne olurdu ve ne olsaydı öykü yazmak zorunda hissetmezdiniz?

Öykü yazmasam, diğer tüm şartların aynı kaldığını varsayarsak, kesinlikle şimdikinden daha mutsuz olurdum. Öykü beni üslubumu inceltmeye zorladı ve öykü vasıtasıyla edebiyatı hayatının önemli bir yerine koyan güzel insanlara ulaştım. Öykü yazmasam kendimi köreltmek, insan olduğumu unutmak için daha çok gazete okumak, televizyonda daha çok tartışma programı izlemek zorunda kalırdım. Başka? Birkaç öykü eksik olurdu dünyada. Birkaç kahkaha az atılır, birkaç kaş az çatılırdı ama bundan da emin değilim. Piyasa boşluk kabul etmez. Birinin canı okuyup gülmek ya da düşünmek istediyse, bu amaca hizmet edecek bir şeyler her zaman bulunur. Ben olmam da başkası olur öykünün yazarı.

 

Ne olsa öykü yazmak zorunda hissetmezdim? Elbette romanımı basmaya yanaşsaydı bir yayınevi, ben de öykü yazmaz, ikinci romanıma devam ederdim. Ve sonraki yıllarda yapılan bir söyleşide, James Ellroy’un yaklaşık olarak dediği gibi, “Herkes bana öyküyle başlamamı söyledi ama ben öykü değil roman okumaktan hoşlanıyordum ve doğrudan roman yazarak başladım. Bundan da çok memnumun,” der, kendimi Ellroy’la bir tutarak bunun havalı olduğunu zannederdim. Ama şimdi bunun ne kadar fasaryadan bir laf olduğunun farkındayım. Bana bu bilgeliği kazandıran tüm yayınevlerine teşekkür ederim.

 

İlham aldığınız alanlar neler? Müzik, sinema vs… metinlerinizin yakıtını ne oluşturuyor?

Edebiyatın yakıtı elbette yine edebiyattır. Öyküler okuruz ve onlara benzer öyküler yazmak isteriz. Bir şeyin nasıl anlatılacağı hep başka formları tüketerek anlaşılır. 

Onun dışında çok film izliyorum ama bu benim yazıma ne kadar etki ediyor bilmiyorum. Kısmen sinematografik bir dilim olduğunu sanıyorum. Anlatmayı da seviyorum ama göstermek daha önemli sanki. Burada da herkes gibi sinema dilinden, kamerayı çevirir gibi sahneleri dizmek ve atmosfer kurmaktan etkileniyor olmalıyım.

Müzik bazen yazarken arkadan bana eşlik eder. Olmasa da olur. Duygularımı nadiren kanatır ve bu olduğunda da ortaya çıkan şey öykülerimin malzemesi değildir. En fazla bir twit atacak kadar duygularımı tahvil edebilirim.

İlham konusuna gelince, ilham alabilmek için antenlerimizi açık, bakımlı ve hazır tutmalıyız. Biz aranıyorsak, ilham bir yerden gelip bizi bulur. Ben daha çok insanlardan ilham alıyorum sanırım. Ya onların fiziki varlığından ya da onlarla kafamda yürüttüğüm hayali diyalog ve tartışmalardan. Ama bu bir Youtube videosu da olabilir, otobüsün camından gördüğüm bir adamın yüzü de. Üstelik otobüse binmediğim halde.

 

Öykülerinizi gönderdiğiniz mecralardan cevap beklediğiniz o süreci merak ediyoruz; İlk gönderdiğiniz yer, ilk reddediliş ve ilk kabul…

 

Beklemek her zaman berbat bir şeydir. Hele de bizim için çok önemli ve dünyayı değiştirecek kadar güzel olduğuna inandığımız –bunun salakça olduğunu bilsek de hepimiz içten içe buna inanırız- bir öykünün boğucu bir sessizlikte silinip gitmesi, o belirsizlik, cevabın olumlu ya da olumsuz olması bir yana, cevap gelip gelmeyeceğini bile bilmediğimiz bekleyişler insanın sinirlerini yıpratır. Bu aynı zamanda bir psikolojik şiddet türüdür de, biliyorsunuz. Bir insana cevap vermez, onu uzun süre görmezden gelirseniz zavallı zamanla delirebilir. İnsanların görülmek ve duyulmak için neler yaptığını düşünün. Binaların tepesine çıkıp aşağı atlıyorlar. Üzerlerine benzin döküp kendilerini yakıyorlar. Demek ki yaşam kadar önemli bizim için.

Yine de kaçınılmaz bir şey bu, beklemek. Çünkü editörler de bekliyor, dergiler de, yayınevleri de. Herkes başkasını bekliyor. Sıranın gelmesini, şartların olgunlaşmasını, birilerinin bazı kararlar almasını, mevsimlerin değişmesini vs. Dünya böyle bir yer. Çok acelesi olan hemen ölsün. (Şaka)

Benim bu ikinci uyanışımda ilk yayınlanan öyküm Oggito’da çıktı ve elbette çok sevindim. Havalara uçtum. Çünkü her yazar gizliden gizliye kendisinin benzersiz bir dahi olduğuna inansa da, diğer yandan, yazdıklarının çöp olmasından korkar. Çoğumuz kendimizle yüzleşmekten kaçarız. Arenaya çıkmak. Reddedilmek. Alay edilmek. Öte yandan ufacık bir kabul bile egomuzu aynı hızda tamir eder. Bu da güzel bir şey. En aşağıyla en yukarısı arasındaki bu salınım yaratıcılık açısından verimlidir. Bunun da en bariz örneği Dostoyevski.

Reddedilmeye gelince, aklıma İletişim Yayınları’nın romanımı reddetmesi geliyor. İlk cevap veren yer orası oldu ve çok kibar bir şablon cevap gönderdiler. Bu açıdan sevindim ve bu sevince tutunmaya çalıştım. Yine de kırıcı bir şey reddedilmek. Kabul de beklemiyordum üstelik. Onların bir estetik standartları bir de ideolojik duruşları var. Ben ikisine de uymuyorum. Yine de göndermiştim romanımı. Ama bazı yenilgiler bile mücadeleye girmemekten daha güzel. O yüzden reddedilmekten korkmamak lazım. Asıl eziklik kaçmaktır. (Hala üzgün.)

 

Sizce nitelikli eserler değer görüyor mu? Piyasada çok fazla kitap var, okuduklarınızın içinde gerçekten bu kitap niye çıkmış dedikleriniz oluyor mu?

Nitelikli eserin eninde sonunda değer göreceğine inanıyorum, inanmak istiyorum. Hatice Kocabay, Fatma Nuran Avcı ve Kadire Bozkurt’un kitaplarını okuyunca çok şaşırdım. Günümüz Türk öyküsünde böyle yüksek nitelikte şeyler olduğunu bilmiyordum. Şu an üçü de yeterince tanınmıyor ama er geç haklarını alacaklarına inanıyorum. Başka da henüz okuyamadığım kim bilir ne cevherler vardır. Oğuz Atay sağlığında hiçbir kitabının ikinci baskısını göremedi mesela.

Piyasada inanılmaz çok sayıda kitap var. Gerçekten delice. Durmadan yazıyor ve tüm olumsuz şartların bir şekilde üstesinden gelerek yayınlatıyoruz. Ben de o binlerce manyaktan biriyim, tek farkla ki henüz kitabım yok. Ama kimse okumasa da, bir şekilde, gerekirse arabamı satıp cebimden ödeyerek, ömrüm sona ermeden ismimi bir kitabın kapağında görmek istiyorum. Bu uğurda ne delilikler yapabileceğimi hayal ediyorum da, mesela okullara ceplerim kitap dolu girip seyyar satıcı gibi çocukları korkutabilirim. Artık ölmeme ramak kalmış ama hala insanların yakasına yapışıyorum, beni okuyun, okuyun, diye darlıyorum. Şimdiden herkesten özür dilerim.

Bu kitap neden çıkmış dediğim, pek olmuyor aslında. Yani okuduğum şeylerden pek azını beğenirim, bazılarını da insafsızca eleştiririm. O bakımdan acımasızımdır ama kitapların neden çıktığını anlıyorum. Benim için mangal tutuşturma malzemesi olan pek çok kitap birilerinin hayatında vazgeçilmez bir yer tutuyor. Mesela Ece Temelkuran. Benim için değersiz. Ama bir sürü insana bir sürü şeyler öğretmiş, onlarla duygudaşlık kurmuş, kendilerini yalnız hissetmelerine mani olmuş olabilir. Kaldı ki Ece Hanım kalemini nasıl kullanacağını bilen mahir bir yazar. Gerçekten çer çöp kitaplar bile, bir sebepten varlar. Onlarla aynı galakside yer almaktan rahatsız değilim. D&R’ın çok satanlar rafının karşısında durduğumda burada bir şeyler yanlış diye düşünmüyorum. Dünyayı böyle kabullendim galiba. (Yalan.)

 

Bir de kitapsız bir yazar ve şair tavsiyesi rica ediyorum.

 

Ah kitapsız yazarlar, ne yazık ki tanıdıklarım asla sıfatlarına sadık çıkmadı. Hepsinin kitabı basıldı yakın zamanda. Bize ihanet ettiler ve yalnız bıraktılar. O yüzden biraz çekinerek bir yazar ismi vereceğim: Ahmet Tarık Tekoğul ama ne kadar süre kitapsız kalır, bir şey diyemem. Siz yine de onu okuyun bence. Şair ismi veremem çünkü uzun süredir şiir okumuyorum.

 

Bir öyküyü yarım bıraktığınız ya da “bunu daha sonra mutlaka yazacağım” dediğiniz bir konu oldu mu? Aynı cümlede sordum ama ikisini ayrı ayrı merak ediyorum aslında.

 

Öyküleri pek yarım bırakmam. Yarısına kadar yazdıysam bir şekilde biter mutlaka. Ama Başlayıp birkaç paragrafın ardından bir kenara koyduğum çok öykü var. Bir fikir, bir hatıra, bir izlenim kaybolmasın isterim, onu bir yere not ederim fakat zamanı gelmez bir türlü. Sonra bazen gelir, nadiren. Bazen de başka bir öykünün içinde erir, meğer orada görev almayı bekliyormuş, derim.

 

Yarım bıraktığınız bir öyküye sonradan tekrar döndüğünüzde kaldığınız yerden devam edebiliyor musunuz? Nasıl devam ediyor selman dinler’in yazma serüveni?

Öyküleri tek oturuşta yazmam ve bazen araya biraz zaman girdiği de olur ama bundan şikayetim olmadı henüz. Çünkü aklımın gündelik hayatı küçümseyen züppe kenarı ben başka şeylerle meşgul olsam da dinlene dinlene öyküyü düşünür. Üslup devamlılığı konusunda bu nedenle sıkıntı yaşamadım. Ama araya başka bir tarzda başka bir öykü girecek olursa eski melodiye sonradan aynı tempoda bağlanmak kolay olmaz. Yine de yapılabilir.

Yazma serüvenine gelince, iyi bir fikri yazmadan önce konuşmak benim için onu öldürmek anlamına gelir. İhtimamla, içimizde kıskançlıkla taşımalıyız böyle bir fikri. Onu kesin kanaat ve kelimelerle sınırlandırmamak lazım. Bırakalım biraz uçuşsun, nereye gitmek istediğine kendisi karar versin.

Genellikle önce kalemle, bir not defterine yazarım ilk taslağı. Ucuz ve zevksiz bir defter olur bu. Süslü, şık ajandalardan korkarım, onların kaliteli sayfalarını saçmalıklarımla kirletmekten çekinirim. Bana benim gibi, halkın içinden gelen, ellerini pisliğe bulaştırmaktan korkmayan, itilip kakılmaktan yıkılmayan bir defter gerek. Çünkü sonradan çöpe atacağım bu defteri.

Daha sonra bilgisayara geçirirken biraz değişir öykü. Başta çok parlak olmayabilir ama potansiyeli varsa üzerinde çalışırım. Birkaç kez yazarım. Önce eşime sonra bazen arkadaşlarıma gönderirim. Onların eleştirilerini ilk önce tümüyle reddederim ve öykümün kusursuz olduğuna inanmak isterim. Sadece benzersiz olduğu için anlamamışlardır. Ama sonradan, sakinleşince, eleştiri ve önerilerin bir kısmı kafama yatar ve gerekli gördüğüm şeyleri değiştiririm. Eşim beni entelektüel ve sanatsal açıdan besleyen en önemli kaynaktır. Bana katkılarını saymaya kalksam bu yazı bitmez. Kaycan Usta’nın adını bile o koydu. Biraz zor beğenir ama onun yüksek estetik standartları sayesinde kendimi geliştirmek zorunda kaldım. Artık ne kadar geliştirebildiysem.

 

 

 

Sizce metinle yazar birbirinden ayrı mı ele alınmalı? Edebiyat kamusu, yayınevleri veya okur, yüz kızartıcı suçlar işleyen yazarları cezalandırmalı mı?

Metinle yazar birbirinden ayrılır mutlaka. Bugün değilse de öldükten sonra. Knut Hamsun Hitler sempatizanıydı ve 2. Dünya Savaşından sonra Norveç halkı bu haine sırtını döndü. Kitaplarını yaktılar. Ama Knut Hamsun büyük bir yazardır, sadece Norveç’in değil tüm dünyanın gururudur. Kitaplarında da faşizm övmez. Aksine, doğa sevgisi, aşk, yaşama sevinci gibi güzel temaları vardır.

Günümüzde bazı yazarlar eserleri kadar politik duruşları ve söylemleriyle de prim yaptıkları için, feminizmden ekmek yiyen bir erkek yazarın genç kadın meslektaşını taciz etmesi bizi dehşete düşürüyor, çok kızıyoruz. Çünkü herif yalan söylemiş, kendisini pazarladığı gibi çıkmadı. Bu eserine karşı da bir tavra neden oluyor ve bu da çok doğal. Olması da gerekli. Onları cezalandırmalıyız. Ancak, aradan elli sene geçerse, bunların bir önemi kalmaz. İnsanlığın ortak mirası, alabileceği değerli her şeyi bünyesine alır, ıvır zıvırı da unutturur.

 

 

Öykü yazma serüveninizi merak ediyorum, sizi bir öykünün başına oturmak zorunda hissettiren şey nedir?

İnsan kendisini ifade etmek, üretmek, biriktirdiklerini bir esere çevirmek istiyor. Ben küçük yaşımdan itibaren kitaplarla içli dışlı olduğum, belki babamı kitap okurken gördüğüm, biraz da bu alanda yeteneğim olduğu için yazmayı seviyorum. Bu her zaman zevkli bir şey değil, insanın canını sıkan yanları da var ama bir şeyi bitirmek, onu birine sunmak, okuyan kişinin mutlu olması, beni de mutlu ediyor. Bir ara hobi olarak marangozlukla uğraşıyordum. Bir sehpayı bitirip karşısında sigara içmek, o yorgunluğun bedeninden yavaşça buharlaşması, çok güzel bir duygu. Ama en güzeli, bir işle uğraşırken her şeyi unutmak, onun içinde kaybolmak, zamanın nasıl geçtiğinin farkında olmadan kendi benliğinden kurtulmak, dünyadaki en büyük mutluluk bence bu.

Peki ne yazacağıma nasıl karar veriyorum? Bilmiyorum doğrusu. Kim Ki-duk’un bir sözü karşıma çıkmıştı: Bir şeyi anlayamadığımda onun hakkında bir film çekerim, gibi bir şey. Bazen öyle olur, bazen de duygular. Kimileri sevgiden yazar, ben daha çok dünyadan intikam almak isterim. Ama bunu yaparken dünyayı yeniden severim. (Atıyor. Ayrıca Kim Ki-duk’un öyle bir sözü yok.) (Hayır var, araştırmanı öneririm.)

 

“Özgürlük Gibi Bir Şey” öyküsü, ona “Açlık” romanını ve “Ya Tahammül Ya Sefer” hikâyesini hatırlatmış, karakterin bütün iç sıkıntısını hissettirmiş. Mesut’un yaşadığına benzer bir şey geldi mi başınıza?

Aslında orada alçak bir tipleme yazmak istedim ama biraz yumuşadım yazarken. Yani kendimden yola çıkmamıştım. Yine de ne anlatırsak anlatalım biraz kendimizi anlatırız tabii ki. Ben de aç ve yoksul günler yaşadım elbette. Üniversiteyi İstanbul’da okurken ve sonrasında. Biraz Açlık’taki duyguya benziyor gerçekten de. Açılış cümlesi şu hatırlayalım: “Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir Kristiana’da aç acına sürttüğüm günlerdeydi.” Ne kadar görkemli, ikonik bir giriş. Hamsun delice bir enerjiye ve dayanıklılığa sahip bir adam. Çok az insan onun kadar ileri gidebilmiştir kendisini sınarken. Mustafa Kutlu’nun o hikayesini de okumuştum ama pek hatırlamıyorum. O da iyiydi yalnız.

 

Mustafa Bey’in Sıkıntısı öykünüz diğerlerinden farklı. Sonu için gerekli hazırlık yapılmamış gibi. Siz o metni, şimdi baktığınızda nerede görüyorsunuz?

Aslında sizinle konuşurken bunu inkar etmeye yeltendim ama şimdi kabul ediyorum, haklısınız. O, bu işi tekrar ciddiye almaya karar verdikten sonra ilk yayınlanan öykümdü. Biraz daha edebi bir dil kurmaya çalışıyordum. Sadece sonu değil, her tarafında zayıflıklar var. Ama yazdığım şeylerin hemen hepsine karşı aynı şeyi hissederim, onları tekrar okumak moral bozucudur. Asla hatırladığınız kadar iyi değildir yazdıklarınız. Unutmak daha iyi.

 

 

Kaportacı Kayhan Usta’yı hepimiz çok sevdik. Herkesin yaşadığı tüm sanayii hikâyelerinin bir temsili oldu, çok gerçekçi çok içten. Bunun için gerçekten tebrik ederim. Bu realiteyi nasıl yakalıyorsunuz?

Öncelikle çok teşekkür ederim. İnsanları dinlemeyi severim. Onlara soru sorup konuşturmak sonra da kendilerini nasıl ifade ettiklerini incelemek hoşuma gidiyor. Hani her kuşun bir ötüşü vardır ya, insanlar da öyle. Genellikle dalgınımdır ama bazı otantik şeyler ilgimi çekiyor, zihnimde yer ediyor. Elbette bol bol pratik ve uydurma da gerekli. Gerçekçi olmak için yalan söylemekten, doğal görünmek için sinsi hesaplar yapmaktan çekinmeyelim. Kurguda elbette.

 

“Herkesin Bildiği Şu Kedili Kadın”, insanları kedi mi yapıyor hikâyenin sonunda? Şair ve onun arasında kalsanız, gerçek hayatta, Selman dinler olarak hangisini kurtarırdınız?

Onu bilemeyiz. Belki yapıyor belki de bunlar kadın uyanışından korkan zavallı benliğimizin kuruntuları. Güçlü kadınlardan korkarak onların özgüvenlerinin arkasında büyüler, cadılıklar arıyoruz. Ben Kedili Kadın’ın tarafındayım ama buna kim inanır ki? Sonuçta birine üç, diğerine beş darbe vuruyorum. Sonra da üç darbe vurduğuma onun tarafında olduğumu söylüyorum. Kedili Kadın’ı kurtarmak isterdim ama bakalım o kurtulmak istiyor mu? Belki de o, kurtarılmaya muhtaç olanın ben olduğumu düşünüyor. O beni kurtarmaya kalkışacak. Böyle bir şeyden korkarım, ne olur ne olmaz, ondan uzak durmakta fayda var. Kimse kimseyi kurtaramaz sonuç olarak. Bir kadının üçten fazla kedisi varsa ayağınızı denk alın arkadaşlar. Ama aynı zamanda sıcak yaz günlerinde kapının önüne bir kap su bırakmayı da ihmal etmeyelim.

 

Kitapsız Yazarlar söyleşilerinde klasik olan bir bölümümüz var; cins sorular… İzninizle o kısma geçiyorum. Yazdığınız öyküleri bir yemeğe benzetseniz bu ne olurdu? tatlı, ekşi, acı, mayhoş vs..

Ben biraz eklektik bir yazarım. Parçalı ve bazen de uyumsuz kalıyor yazdığım şeyler. Her şeyin pürüzsüzce birbirine geçtiği, tek tonlu bir estetik ve içerik içinde eridiği macunumsu şeyler yazamıyorum. Yazarken hem fikirlerim, hem durduğum yer, hem de üslup tercihlerim birbirini sabote ediyor. Pütür pütür ağza geliyor. Okuru da rahatsız etmek istiyorum biraz. Ama aynı zamanda hızlıca, zahmetsizce tüketilsin de istiyorum. O yüzden öykülerimi Adana dürüme benzetebilirim. Yemesi kolay, çatal bıçağa gerek yok. Lezzetli, besleyici, temel unsurların hepsini içeriyor, biraz da acı. Malzemeler ayrı ayrı duruyor, sonradan soğan kokusu okurda biraz rahatsızlık yaratabilir ama bir yandan da ağzını doldura doldura yemekten, sonuna kadar gitmekten kendini alamıyor. Adana dürüm kadar iyi yazmak isterdim.

 

 

Lütfen sırasıyla cevaplayın, hangi öykücüyü dövmek, hangi öykücüyle dünyayı kurtarmak ve hangi öykücüyü kaleye geçirip ona halı sahada gol atmak istersiniz?

Orhan Pamuk’u dövmek isterdim. Yaşlı olduğu için bana pek karşılık veremez. Bu büyük bir sansasyon yaratır ve benim için de reklam olur. Ayrıca onun züppe apartman çocuğu halleri insanda yanına gidip omzunu dürtmek, kravatını çekiştirmek, saçını karıştırıp bozmak isteği doğurmuyor mu?

Hemingway’le dünyayı kurtarmak isterdim. O enerjik ve yüce bir dava uğruna ölmek isteyen bir adam. Ayrıca ona hayranım. Bana ne kadar patronluk taslasa da alttan alıp viskisini verir, onu idare ederdim bir şekilde.

Sait Faik’e gol atmak isterdim. Onun çok sinirli bir tarafı var. Huysuz. Gol attıktan sonra karşısına geçip onu el kol hareketleriyle, alay ederek deli ederdim.  Gözlerini koca koca açarak beni kovalar ama yakalayamazdı. Yorulunca da gider sarılır, gönlünü alırdım. Severim Sait Faik’i.

Şüheda
EDİTÖR