. k e r e s t e

d e r g i

Kitapsız Yazar

Kitapsız Yazarlar (2): Deniz Saatkaya Eldam

Şüheda İrtegün: Hoş geldiniz Deniz hanım.
Deniz Saatkaya Eldam: Çok teşekkürler.
Başlamadan önce “Kitapsız Yazarlar” söyleşilerimizin niyetinden bahsetmek
istiyorum. Rocky 3 filminden bir sahne sayesinde aslında biz bu fikre vardık:
Rocky’nin hocası bir sahnede dönüp Rocky’ye, 3 yıl önce inanılmaz biri
olduğundan, sonra bir boksörün başına gelebilecek en kötü şeyin başına
geldiğinden bahsediyor. Rocky’nin uygarlaştığını, açlığını ve iştahını
yitirdiğini söylüyor. Bu sahne aslında çıkış noktamız oldu, biz bunu kitabı
çıkmayan öykücü ve şairlerin yaşadığı süreçlere benzetiyoruz. O bocalama
sürecini kitap çıktıktan sonraki süreçten daha kıymetli buluyoruz. Bu fikirle
yola çıktık aslında, siz de bizi kırmayıp davetimizi kabul ettiniz, tekrar tekrar
teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ediyorum harikaydı, bu benim için de bir ilk; o yüzden
çok özel bir deneyim oldu benim için.
Rica ederiz, biz teşekkür ederiz, o halde ilk sorumu soruyorum: kimdir
Deniz Saatkaya Eldam?
En zoru bu oluyor, Deniz Eldam ismim, Ankara doğumluyum,
İstanbul’da büyüdüm. Kimyagerim, bir kozmetik şirketinde
danışmanlık veriyorum. Seviyorum işimi ama edebiyatı daha çok
seviyorum. O yüzden keşke edebiyat okusaymışım diyorum. Ama tabii
edebiyat okumadık diye bu işin ucunu da bırakmadık. Çok iyi bir
okurdum. Ama nasıl oldu da yazmaya başladım onu ben de tam
hatırlamıyorum.            
Kaç yıldır dergilere öykü gönderiyorsunuz?
Aslında gönderim süreci yeni çünkü ilk yazmaya başladığımda hiç gün
yüzüne çıkartmıyordum yazılarımı, öyle kenarda köşede saklıyordum.
Üç senedir artık benim gibi yazmaya çalışan bu işe gönül vermiş
arkadaşlarım var ve onlarla aynı yolda yürümek o kadar güzel bir şey
ki… Birbirimizi cesaretlendiriyoruz. Mesela benim şimdiye kadar hiç
yazı göndermemiş olmam belki de bu yüzdendi. Bu arkadaşlarımla
beraber şimdi daha kolay oluyor sanırım her şey. O yüzden de bu

arkadaşlığı çok değerli buluyorum ve yazarlıkla uğraşan kişilere de
mutlaka bunu söylüyorum; eğer bu yolda beraber yürüdüğünüz
insanlar olursa her şey çok daha kolay oluyor. Yani 2 senedir
gönderiyorum diyebilirim.
İlk öykünüz ne zaman yayımlandı peki ve adı neydi öykünüzün?
D.S.E: İlk öykümün yayınlandığının bile farkında değildim. Bir atölyeye
katılmıştım, oradaki hocam Kirpi dergide yayımlamış. Ben sonrasında
fark ettim. Bilerek ve isteyerek ilk yayımlanan öyküm Kertenkele.
Bir öykünün yayım hikâyesi nasıldır? Öykü sizden çıktıktan sonra nerelere
gider, bekleme süreci çok sancılı olur mu?
Evet, o sizden çıktıktan sonra düşünmeye devam ediyorsunuz, “Acaba
şurasını şöyle yapsaydım daha mı iyi olurdu? Biraz daha çalışıp öyle
mi gönderseydim acaba?” Bu hiç bitmiyor. Tabii bekleme süreci de
epey uzun oluyor. Herhalde yayımlanmayacak deyip alıp başka bir
yere yollamak da olmuyor. O yüzden o bekleme süreçleri özellikle en
başlarda çok daha sancılı. İşte o arkadaşlar böyle günlerde gerçekten
çok işe yarıyorlar, birbirimizi gazladığımız zamanlar çok oluyor. Ama
bir tanesi yayımlandıktan sonra “demek ki yayımlanabiliyormuş” diye
düşünüyorsunuz. Ondan sonra güzelleşmeye başlıyor her şey.
Umuyoruz bir gün kitap haline de gelir, altını çize çize okumayı da çok
isteriz. Böyle bir hazırlığınız var mı?
Yazanlar, hep bir kitabın hayaliyle yaşarlar. Tabii benim de hayalim o.
Çalışıyorum ama şöyle oluyor; yazdıktan sonra bir öncekileri
beğenmemeye başlıyorum. Bu da dosyayı bir türlü oluşturamamama
sebep oluyor maalesef. Yine arkadaşlarım beni zorluyorlar dosyayı
oluşturmam için. Ben de her seferinde “biraz daha, seneye belki.“
diyorum. Özgüvenim pek yüksek değildir. O yüzden benim bu tip
şeylerim biraz geç gelir. İlk öykünün yayımlanması da öyleydi.
Dosyanın oluşması da sanırım biraz zaman alacak gibi.
Bekliyoruz heyecanla. Pekâlâ, o halde biraz yazma eyleminden
bahsedelim. Yazarken belli bir rutin takip ediyor musunuz? Yazma eylemi
nasıl meydana geliyor sizin için?
Bunun üzerine ben de çok düşünüyorum, nasıl diye ama her seferinde
farklı oluyor. Önceleri daha az planlama yapıyordum. O ilhamla gelen,
parlayan bir imge, bir düşünce, bir duygunun peşine takılıp hemen
yazmaya başlıyordum. Ama biraz daha sürecin içinde kalıp pişmeye
başladıktan sonra sanırım biraz daha planlıyorum. Ha planlarım hep

kâğıda dökülüyor mu? Çoğu zaman dökülmüyor. Yolda bulduklarım
çok oluyor. Ben planlayandan ziyade arayan bulan ya da yolda
bulduklarıyla devam edenlerdenim sanırım. Bunu seviyorum çünkü
kendimi şaşırtmayı da o sürprizlerle karşılaşmayı, o karakterlerin
kendi şeylerini dayatmalarını seviyorum. Onlar da sanki sürecin
sürprizleri, hoşlukları, belki de yazmamın nedenleridir diye
düşünüyorum. Yazma bir çeşit düşünme biçimidir galiba benim için.
Tabii yazma süreciyle beraber kendinizle ilgili bazı şeyleri de
keşfediyorsunuz. Ben hiçbir zaman iyi bir konuşmacı olmadım. İşte bu
yazarken düşünmemden ileri geliyor.
Teşekkür ediyoruz, siz söylerken Sait Faik’in bir sözü vardı: “Yazmasam
çıldıracaktım.” “Haritada Bir Nokta” da geçiyor yanlış hatırlamıyorsam. Size
de var mı bunu söyleten bir an? Yani o ilk kıvılcım, o ilk öykü yazma isteği
nasıl düştü?
Ben yazarken aslında çok eğlenmiyorum. Orası bir kuyu; beni çok da
rahat ettiren, eğlendiren aman da ne güzel bir yer burası dediğim bir
yer değil maalesef. Ama yine de o kuyuya girmekten kendimi
alalamıyorum. Çünkü herhalde hem kendimi keşfediyorum hem hayatı
keşfediyorum hem de başka insanları keşfediyorum.
Hayatınızda yeri ayrı olan, üç tane öykü söyleyebilir misiniz?
Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken”ini defalarca okudum yine zaman
zaman okurum. Kendime çok yakın bulduğum bir öykücü, yani
romancı daha çok ama… ‘Yüz Kitap Yayıncılık’ta Sessizlik öyküsü var.
Kerry Devils’in Kuytu isimli kitabından, çok etkilendiğim öykülerden
bir tanesidir bu da.
Peki, kusursuz bir öykü için neleri feda edebilirsiniz?
Bu benim de aslında düşündüğüm bir şey. Yazmaya çalışanlar beni
anlayacaktır; yazmaya çalışmak gerçekten bir obsesyon ve bir çok şey
feda edilebilir. Böyle bir öykü yazarsam bu konu hakkında ne
düşündüğümü daha iyi anlarım. Benim için de iyi bir öykü konusu
olabilir;“Öyküsünü bitirebilmek için nelerden vazgeçer bir kadın?”
gibi. O kuyuya bir girip bakayım ben.
Yazmaya meyli olan okurlara önereceğiniz bir şeyler var mıdır?
Klişe bir cevap vereceğim ama gerçekten bu böyle; yazarlar
yazarlardan, kitaplar kitaplardan doğar. O yüzden mutlaka çok okumak
gerektiğini düşünüyorum, bir de mesela kendime çok büyük hedefler
koymanın beni alıkoyduğunu düşünüyorum.  Büyük hedefler çoğu

zaman bizi, bunları yapmamaya ya da pes etmeye götürüyor. “Bugün
oturup yüz kelime yazmayı bir deneyeceğim” ya da “15 dakika
bilgisayarımın başında oturacağım.” diyorum. Tabii bu çoğu zaman
uzuyor, 15 dakikadan kaçmıyorsunuz ve oturuyorsunuz bilgisayarın
önüne. Veya “Yüz kelimeden ne olur ya yazarsın yüz
kelimeyi…”diyorsun. Bende bunun işe yaradığını gördüm. Bazı şeyleri
kabullenip küçük hedeflerden yürümek iyi oluyor diye düşünüyorum.
Biraz da öykülerinizden bahsedelim. Düzenli yazan herkesin hemen hemen
hepsinde sonraki süreçlerde “Bir zaman sonra yazacağım bunu.” deyip
zirveye oturttuğu bir tema, bir kurgu vardır. Sizde de böyle bir şey oluştu
mu? Oluştuysa yazdınız mı?
Bunu düşünmemiştim açıkçası ama benim de peşimi bırakmayan ve
“Beni yaz.” diyen şeyler oluyor. Bir tanesini yazdım kurtuldum ondan.
Benim kendi özel hayatımdan bir şeydi. Onu gerçekten sistemimden
çıkartmak istiyordum ama hiç tahmin etmediğim bir tonda, hiç tahmin
etmediğim bir seste ve hiç tahmin etmediğim bir kurguyla çıktı. Öyle
olması gerekiyordu öyle oldu sanırım. Ama benim dosyamın konusu
muhtemelen kadınlar olacak. Birazcık da kadınların karanlığı ya da
karanlık kadınlar gibi düşünülebilir. Evet, kadınlar hakkında yazmayı
seviyorum. Yani kalemimden öyle çıkıyor. Buna da şimdilik çok ket
vurmamaya çalışıyorum. Demek ki onları yazmam gerekiyor demek ki
benden onlar çıkıyor.
Günlük hayattaki küçük detayları öykünüzde işliyorsunuz. Var mı bu işin bir
sırrı?
Evet o anları önemsiyorum ben de gerçekten. Eminim yazmaya çalışan
herkeste vardır bu. Küçük anları not edersiniz, ya da küçük bir
paragraf yazarsınız onunla ilgili ya da telefonunuza not alırsınız. İşte
bunlara yazarın garajı, arka odası, kileri deniyor sanırım. Oraya attığım
böyle küçük küçük anlar var. Çok tuhaftır, onları oraya atıyorsunuz
hiçbir zaman kullanmayacağınızı düşünüyorsunuz, dönüp
bakmıyorsunuz ama o oradan çıkıp bir şekilde size geliyor.
Öykülerinizde kötü karakterler yok, kötü şartlara maruz kalmış, elinden iyi
seçenekleri alınmış karakterler var. Günlük hayatta da bu empatiye sahip
misiniz?
Olmayı istiyorum, umarım öyleyimdir. Bu çok da kolay bir şey değil
çünkü hepimiz  insanız. Size birisi bir kötülük yaptığı zaman ondaki
iyiliği görmek tabii ki çok zor ama mesela birine öğüt verirken “ya işte
öyle yapmak istememiştir” demek ne kadar kolay değil mi? Ancak
bunu kendi hayatımıza yansıtmaya çalıştığımızda işte o zaman insan

olmaya en yakınlaştığımız zamanlardır diye düşünüyorum.
Karakterimizin gelişmesi ve büyümemiz için de bu gerekmez mi? Yani
korktuğumuz şeylerle yüzleşmek, nefret ettiğimiz şeylere birazcık
hoşgörü gösterebilmek… Böyle zamanlarda büyümez miyiz? Böyle
zamanlarda daha iyiye doğru değişmez miyiz? Sanırım belki de onları
yansıtmaya çalışıyorum. Bir de tabii hani hep söylenir ya “karakterinizi
sıkıştırın, en zor durumlarda bırakın, ne istiyorsa onu alması için iyice
koşulları güçleştirin” diye. Sanırım biraz onu da uygulamaya
çalışıyorum.
Peki, gelelim “Musa’nın Eli” öyküsüne. Orada iki kardeş var, Rıza ile Musa.
Rıza ile Musa’nın sızdığı gecenin sabahını yazacak olsaydınız nasıl
yazardınız?
Biliyorsunuz, her öykü bir başka okuyucu okuduğunda tekrar yazılır
onun kafasında. Benim kafamdakini soruyorsanız, ben artık Rıza ile
Musa’nın kaldığını ve kadının gittiğini söylemek istemiştim. “Gitmek”
illa ki onların hayatından çıktı anlamında değil. Bir süre sanırım bunun
ne demek olduğunu düşünecek ve muhtemelen sonrasında tekrar bir
şekilde birbirlerinin hayatlarına girecekler. Bu böyle olmaz mı? Yani
boşanan çiftler bile bir şekilde konuşuyorlar, görüşüyorlar. Hayat
böyle bir şey… Hayatta öyle çekip gitmeler bir daha görüşmemeler
çok az olan şeyler. Böyle düşündüm ben Nesrinle ilgili, yani belki bir
süre görüşmezler sonra onlardan biri arar ve hayat oradan tekrar
devam eder.
Teşekkür ediyoruz bu merakı giderdiğiniz için. Son kısımda kendi aramızda
“cins sorular” dediğimiz kısım var. Öyküyle ilgisi olmayan ama bir öykücü
olarak vereceğiniz cevapları pek merak ettiğimiz bir kısım bu. Hangi sanat
eseri sizin elinizden çıksın isterdiniz?
Diyorum ya ben yazarak düşünüyorum diye, eğer bunu yazarak
düşünseydim daha güzel daha yaratıcı cevaplar bulurdum. Şimdi
böyle söyleyince direkt Mona Lisa geldi aklıma, ben çizmiş olmayı
isterdim. Hala ilgi görüyor, seviyorum ilgi görmeyi ve alkışlanmayı.
Çok mistik bulunuyor biliyorsunuz, hala öyle miydi böyle miydi diye
konuşuluyor.
Saye Daylan: Ben öykülerinizde genel anlamda karanlık kadınları sezdim,
belki haksızlık olacak ama öyleyse düzeltirsiniz siz. Daha bencil ve
empatiden yoksun olduklarını düşündüm kadın karakterlerin. Kadın
karakterlerle nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
Evet, karakterler öfkeli ve dediğiniz gibi oldukça sert, sivri, protest
karakterler. Size öyle hissettirmiş olabilirler gerçekten kendilerini.

“Bakın onlarda neler çekti neler, ah nasıl o hallere geldiler?” falan
demek istemiyorum. Eğer size öyle hissettirdiyseler evet biraz rahatsız
edici karakterler gerçekten de. Arkadaşlarım benim karakterler gibi
öfkeli olmadığımı, çok minnoş bir karakter olduğumu söylüyorlar ama
bilmiyorum işte benden farklı karakterleri ya da bunları araştırıp
bulmayı seviyorum sanırım.
Bir diğer sormak istediğim soru “Musa’nın Eli” ile ilgili. Musa’nın eli aynı
zamanda bir metafor. Anlamına baktığımız zaman affedilmeyi, tekrar
masumiyete dönmeyi temsil eden bir metaforu var bildiğim kadarıyla. Kadın
karakter Musa’nın eliyle birlikte uyumaya gidiyor. Acaba burada bütün o
bencil ve empatiden yoksun haline rağmen affedilmeyi bekleyen ya da
masumiyete dönmeye çalışan bir hali de var mı? Bu şekilde yorumlarsam
yanlış mı olur?
Yok, doğru olur. Nesrin aslında kendinden de nefret ediyor fark
ettiyseniz. Defalarca söylüyor “Hepimiz eksiğiz, tam olmak kolay mı?”.
Hepimiz gelişmekte olan ruhlarız, Nesrin de bence öyle. Nesrin de
aslında en iyisi olmak istiyor. Evet, bir metafor gerçekten o protez el,
sizin dediğiniz gibi düşünmemiştim ama her seferinde söylüyorum ya;
öykü ya da roman her okuyucunun kafasında tekrar yazılır, sizinkinde
böyle yazılmış. Çok güzel bence. Yani yanlıştır diyemeyeceğim, güzel
düşünmüşsünüz, iyi yorumlamışsınız, çok hoşuma gitti.
Öykülerinizi yazarken farklı disiplinlerden yararlanıyor musunuz?
Tabii, zaten sanatta hep öyledir resim çizen de başka şeylerden
yararlanır, ben de öyle. Müzik zaten hepimizi çok etkiler, resim yapan
birini de yazan birini de çok etkiler, beni de etkiliyor. Hani deriz ya her
öykünün bir dili oluyor, benim için de her öykünün bir şarkısı oluyor.
Genelde o şarkıyla yazmaya çalışıyorum çünkü o bir duygu
uyandırıyor bende. Diziler,  filmler benim vazgeçilmezlerimdir.
Bunlardan çok fikir doğmuştur kafamda. Bir de birçok fikir de
yürürken gelmiştir aklıma. Ben hiçbir zaman bir oturuşta yazamıyorum
bir öyküyü, böyle yazanlara da hem imreniyorum hem de
kıskanıyorum onları. Ama bende böyle damla damla geliyor resmen.
Sanırım yürüyüşler uyaran olduğu için oradaki sinapsları arttırıyor ve
gerçekten fikirlerin yavaş yavaş aktığını hissettiğim zamanlar oluyor.
Şüheda İrtegün: Yeri gelmişken ben bir şey söylemek isterim, geçen bir
arkadaşımla sohbet ederken “Sevdiğimiz yazarlara teşekkür edemediğimiz
bir çağdayız.” demiştim. Bu hipotezimi artık yalanlıyorum, son dönem
teknolojileri buna imkân sağlıyor artık. Teşekkür ederim gerçekten, hem bu
keyifli sohbet için hem yazdıklarınız için…

Ben çok teşekkür ediyorum, gerçekten rahat rahat konuştuğum, sanki
arkadaşlarımla konuşuyormuş gibi hissettiğim bir söyleşi oldu, bu
benim için gerçekten önemli bir tecrübe çok önemli bir deneyim oldu
sağ olun.
Tarık: Ben protezle ilgili bir soru soracaktım. Protezin geçtiği öyküyü
okurken bir çeşit illüzyon veya kader olabileceği geldi aklıma. Protez kader
miydi sizin için, kaderin kendisi miydi, alın yazısı mıydı?
İllüzyon dediniz, çok hoşuma gitti. Bir ikame gibi yani Nesrin’in
hayatında olamayanlar, Nesrin’in hayatına sokamadıkları, Nesrin’in
hayatta bulamadıkları, Nesrin’in yapmak isteyip de bir türlü
olduramadıklarını sanki onun yerine koyduğu bir şey gibi. ‘Kader mi?’
inanın bunu hiç düşünmedim, yani bazı şeyler kaçınılmazdır.  Nesrin’in
de buna ihtiyacı vardır. Öğrenmesi için ve bir şeyleri görebilmesi için
böyle bir şey gerekiyordur. Zaten kargoyla geliyor biliyorsunuz ve
kucağında patlıyor gibi bir şey, onca zamandır hayatındaki her şeyi
yüzüne çarpıyor. Öyle de düşünülebilir sanıyorum.
Hüseyin Kılıç: Bundan sonraki “Kitapsız Yazarlar”da kimleri görmek
istersiniz?
Eyvah bana mı sordunuz? Bu çok zor bir soru oldu, bana sorduğunuz
için rahatça cevap veriyorum: Başak Arslan’ı görmek isterdim. Kitabı
çıkanları beğendim demek daha kolay ama kitabı çıkmayanlardan
kimleri takip ediyoruz? Gerçekten çok iyi yazan, sizin deyiminizle
kitapsız yazarlar var. Dergiler, sizin gibi mecralar bu bakımdan o kadar
değerli ki. Mesela ben çok değerli, çok önemsenmiş hissediyorum.
Doğuş Benli de biraz önce buradaydı. Gerçekten çok severek okudum
onun da kitabını. Onu da dergilerden takip ediyordum. Ne güzel o
hayaline ulaştı ve kitabını çıkarttı. Sizi takip edip, böyle ilk önce
konuşup sonra da kitabını çıkarması falan bunlar güzel şeyler. Ne
güzel, böyle bir şey başlattınız, bizlerin de sesi oldunuz, çok güzel
oldu tebrik ediyoruz.
Kapanış, gülüşmeler, selamlaşmalar, iyi dilekler.

Şüheda
EDİTÖR