. k e r e s t e

d e r g i

Deneme

Bir Kuşağın Ruhunu Esir Alan Deli Kız İçin

FATİH KANPARA - 30 OCAK 2022

Abi yazarsın be! Bir iki şarkı dinle halledersin sen.” dedi sevgili editörüm Tarık. Elbette, onunla olan çeyrek asırlık tek taraflı geçmişi zihnimde canlandırmaya bir-iki şarkı yetmedi. Çünkü bu çeyrek asır haddinden fazla gelgitler barındırdı. Onunla ilgili kızgınlıkların, yere göğe sığdırama nöbetleriyle var olduğu bir monolog gibiydi bu çeyrek asır.

Onunla bir kış günü küçük ve kömür sobasıyla ısınan bir odada kalabalık kuzenler topluluğu olarak bir ekrana baktığımız sırada tanıştım. Karşımda kısa boylu, kısa saçlı ve kalın dudaklı bir kadın “Gülümse.” diyordu.

 

“Tut ki karnım acıktı anneme küstüm

 Tüm şehir bana küstü

 Bir kedim bile yok anlıyor musun

 Hadi gülümse”

O an çocuk kalbimin beni yerimde durdurmayacak kadar titrediğini ve rahmetli halamın “Oğlum otur, yanık tazı gibi dolanma.” dediğini hatırlıyorum. Dokuz yaşındaydım ve bir anda kendimi ancak yetişkinlerin girebileceğini zannettiğim duygu yoğunluklarında yakaladım. Ertesi sabah kumbaramı kaptığım gibi, mahallemizin çölde açan gülü “Star Kasetçilik” Hüseyin abimin dükkanında aldım soluğu. 

–         Abi ver ver!

–         Ne veriyim oğlum?

–         Abi “Gülümse” Sezen Aksu.

Bir avuç demir parayı Hüseyin abimin eline saydığım gibi rahmetli dayımın dükkanındaki teybin başında buldum kendimi. İşte o minik serçe dedikleri kalın dudaklı kadınla 1995 yılının kışında ilk defa böyle merhabalaştım.  

Fatma Sezen Yıldırım

Küçük yaşta yapılan evlilikler, yaşanan aşklar ve ayrılıklar, parasızlık sebebiyle girilen bir takım işler, ilk başarısızlıklar, düşmeler, kalkmalar ve bütün bu küçüklük deneyimlerinden bize kâr kalan sözler, melodiler ve Aksu soyadı. Bembeyaz ve su gibi bir kadın için daha anlamlı bir isim bulunamazdı. 

Sonraki yıllarda çok detay biriktirmiştim onun hakkında ve ona olan hayranlığım bir tutkuya evrilmişti. On beş yaşıma geldiğimde onun bütün bir hayatına ve müzikal geçmişine neredeyse tamamen hâkimdim.

Çocuğuna sevgisini göstermekten utanan annesinin ilgisini çekmek için kaybolmuş gibi yaparak karakola sığınan da oydu, okulda bir arkadaşına yapılan haksızlığa direnmek için saçlarını kazıtan da.  Mini etekten nefret eden babasından gizli, merdiven boşluğunda minileri giyinen ve yüzüne gözüne sürüp sürüştüren bir süslü Pakize olup insanları ağız dolusu güldüren de, onları hüngür hüngür ağlatan zıpır da oydu.  

Doğup büyüdüğü, ilk gençlik yıllarının İzmir’i her ne kadar büyük bir şehir olsa da nihayetinde bir taşraydı. Hep göz önünde olmak isteyen ve kenarda köşede kalmaktan ödü patlayan bu deli kızı ancak İstanbul paklardı. Daha önce geldiği ve başarısızlıkla sonuçlanan “Haydi Şansım” macerasının ardından İzmir’e geri dönmek zorunda kaldığı İstanbul’a iki yıl sonra bu sefer daha kararlı ve bütün gemileri yakarak tekrar gelecekti.

İşte bu ele avuca sığmayan deli kızı Sezen Aksu yapacak olan hikâye böylece başlamıştı.

Artık taşralı kız havası gitmiş ve yerine “Kaybolan Yıllar” kırkbeşliğinden fışkıran alımlı bir kadın gelmişti. İlginçtir ki bu kırkbeşliğin çıktığı 1978 yılında Türkiye de kaybolan yıllarına ve o yılların getirdiği nefretin mezarlarına gömdüğü binlerce gencine yanıyordu.

Sezen ise insanı diğer varlıklardan ayıran şeyin düşünceler değil duygular olduğuna iyice inanmıştı. O yıllardan sonra insandaki duygu noktalarına inmek için derin arkeolojik kazılar yapan bir ozan olarak var oldu. Elinde ise notalarından başka hiçbir şey yoktu.

1980’ler. Yıldızının parlamaya başladığı ilk yıllardan itibaren peşine takılan gazinolara veda zamanı gelmiştir. Bundan böyle artık sinema filmleriyle ve müzikallerle yeteneğini konuşturacaktı Minik Serçe.  

1970’lerin sağcıları; 1980’lerden itibaren Türkiye derin devletini ve kontrgerillayı oluşturan kadrolar ve o kadroları “ya devlet başa ya kuzgun leşe” nidalarıyla/ beka söylemleriyle savunan topluluklar haline gelip Türkiye’yi binlerce faili meçhul cinayetle tanıştıracak çabalardayken, o yılların solcuları ise üst düzey medya yöneticisi ya da Türkiye’nin önde gelen holdinglerinde kapitalizmi üst perdeden oynayan figüranlar olarak yer bulacaklardı 80’lerde.

Yıllar Sezen Aksu’yu haklı çıkarmış, binlerce insanı mezara gömen, milyonlarcasını onulmaz savruluşlara götüren “düşünsel” çatışmalar kocaman bir manasızlık olarak yok olmuştu. Duygular ise hep var oldu Sezen için ve o, duygu noktalarına inecek kazılardan bir an bile vazgeçmedi.

1980’ler Onno Tunç diye birini hediye etti Sezen’e. Bu öyle bir hediyeydi ki onun yorum tarzından müzik anlayışına kadar birçok şeyi baştan sona ters yüz etti. Sezen Aksu, onunla bambaşkaydı ve bu bambaşkalığı iliklerine kadar hissetti/ hissettirdi. Burada sayamayacağım yüzlerce dizeye binlerce notayla hayat verdiler birlikte. 

Aaaaahh 1990’lar. Artık bir okuldu Sezen Aksu: Kendi tarzlarında yıldızlaşan talebeler edindi kendine. Levent Yüksel, Sertap Erener, Aşkın Nur Yengi, Uzay Heparı, vd. Geçilen on beş yılın buğulu aşk şarkılarının kadını 90’ların başında, ahlakı salt fiziksel bir unsur olarak algılayan ve namusu iki bacak arasına hapseden toplumsal anlayışa meydan okurcasına “Namus” diye seslendi.

“Azizken gözümde sudan ekmekten

  Yoruldum uslu dur yapma demekten

  Yüzyıllardır namussuzluk etmekten 

  Bir türlü uslanıp bıkmadın namus”

Bu sesleniş maalesef ki hiçbir zaman muhataplarını kaybetmedi ve yine maalesef hala taze, hala yeni ve hala güncel. 

1990’lar boyunca Sezen Aksu inatla ve cesurca kitabın ortasından konuşmaya devam edecek ve o yılların ikliminde kendisini ezanla, bayrakla, namusla ve vatanla kutsayarak yükselen milliyetçiliğe aldırmadan, evlatlarını faili meçhul derin devlet cinayetlerinde yitiren cumartesi annelerine alenen destek verecekti. Sadece bunlar bile, devletin sakıncalılar listesine girmesine yetti. O ise bunu hiç umursamadan, o yıllarda peş peşe kaybettiği iki dostuna (iki aşkına) Uzay Heparı’ya ve Onno Tunç’a ağlıyordu.

Bendeki Sezen Aksu’yu birkaç sayfaya sığacak kadar ana hatlarıyla anlatmaya çalıştım. Bütün bunların yanında zaman zaman, hiç kimseye geçmeyeceğini bile bile, sırf ismini unutturmamak adına (hiç ama hiç ihtiyacı yokken üstelik) ürettikleri ise ona olan kızgınlıklarım olarak kalacak. 

Son söz olarak diyebilirim ki; Sezen Aksu, hiçbir ruha esir olmadan ama bir kuşağın ruhunu esir alan deli bir kız olarak var olmaya devam edecek. O, hayatı boyunca hep ürettikleriyle ve teklifleriyle gündem oldu. Toplumsal muhayyilede gündem olmaya hak kazanan şeylere rağbet edenlere aldırmadan sadece rağbet edilmeye değer gördüğü şeylerin gündem olması için mücadele verdi. Yönlendirdikleri kalabalıkların orgazmlarıyla en hamasi, en geçer akçe ve en pespaye zevklerin doruğuna ulaşanlar hayatları boyunca tek bir Sezen Aksu şarkısına eşlik dahi edemezler.

imkansız aşklar için yaratıldığına inanan

ne kavuşmayı ne unutmayı bilen

yalnızlıkların kuytusunda kaybolan

sevdaların en karasını yaşayan

acılarını kendine hazine yapan

sen ağlama derken gülen

gülümse derken ağlayan

hüznü sevince bulayan kadın için….  Sezen Aksu için…

 

FATİH KANPARA

Şüheda
EDİTÖR