. k e r e s t e

d e r g i

Deneme

Bir Düşünsel Yara Olarak “Biz”

FATİH KANPARA - 14 TEMMUZ 2021

“Biz” kelimesine ve türevlerine çok vurgu yaptığımın farkındayım. Bunun sebebi zihnimde herhangi bir öteki oluşturmak değil, kendimi “biz” dediğim topluluktan ayırmak istemeyişimdir. Bunun yanı sıra kendimi, “biz” olarak tanımladığım topluluğun ötekisi olarak görmek istemediğim gibi, o topluluğun herhangi bir ötekisi olmasını da istemiyorum.

Açıkça belirtmeliyim ki hiçbir düşüncenin ya da inancın bir öteki oluşturmadığı ve bütün insanlığın insani paralellikler kurmaya çalıştığı bir dünyayı hayal ediyorum. Ama ne var ki elan yaşadığımız dünya maalesef böyle bir dünya değil. Bundan dolayı gerçeklik zemininden kopmamak ve kendimi romantik bunalımlar içerisinde bulmamak için, dahil olduğum Müslüman dünyaya, daha doğrusu Müslümanların tarih sahnesinden çekilmesi vakıasına bakma mecburiyeti hissediyorum.

Burada “Müslümanlar vaktiyle tarihe ve bilime şöyle katkılar yaptılar, böyle katkılar yaptılar.” hamasetinin bir parçası olmak da istemiyorum. Derdim sadece, kendimi de dahil ettiğim Müslüman dünyanın genel bir eleştirisini yapabilmektir.

Müslümanların tarih sahnesinden çekilmesi gerçeğinden söz ediyorsak aynı zamanda Müslümanların bir zamanlar tarih sahnesinde olduğu gerçeğinden de söz ediyoruz demektir. Tarih sahnesinde olmak, tarih içerisinde bir meşruiyet zemini bulabilmek demektir. Bu ise dünya ölçeğinde sosyal, kültürel, siyasi, güncel veya gündem dışı bir mesele konuşulduğunda fikrinizin sorulması ve o meseleler etrafındaki beyanlarınızın bağlayıcılığının olmasıdır. Ayrıca meşruiyet zemini bulabilmek, her türlü düşünsel etkileşime açık olmakla ve insani paralellikler kurma çabasında olmakla mümkün olabilir.

Hal böyleyken Müslüman topluluklar olarak biz bugün bu çabaların neresindeyiz? Maalesef hiçbir yerinde değiliz. Bugün yaşadığımız dünya asırlardır İslam’ın hiçbir belirleyiciliğinin olmadığı bir dünyadır. Tek başına hiçbir şekilde hiçbir şey ifade etmeyecek olan gündelik siyasi mülahazalarda bile söz sahibi olamamanın yanında asıl acı olan bugün Müslüman topluluklar olarak hamasetle yoğrulmuş manifestolarımızın haricinde sözümüzü dinlenir kılacak hiçbir düşünsel faaliyetimizin de olmayışıdır.

Buraya kadar yaptığım soyutlamaların bir şifa imkânının olabilmesi için mutlaka somutlamalarla güçlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu somutlamaları yaparken şunu belirtmeliyim ki, hiçbir Müslüman topluluğa ve İslam’ın hiçbir yorumuna bir peşin hükmüm, tahkir amacım yok ve olamaz. Eğer istemeden bir hadsizlik ve hürmetsizlik yaparsam şimdiden özür dilerim.

Müslüman topluluklar olarak yeniden tarih sahnesinden olmak için geçmişi tamamıyla aklayan ve tamamıyla karalayan hastalıklı romantik zihinlerden kurtulmamız gerekiyor. Müslümanlar kendi tarihleriyle hesaplaşmak ve o tarihe objektif sorgulamalar yapmak zorundalar. Pekâlâ bu, tarihle hesaplaşma meselesi nasıl olacak? Ya da hesaplaşılacak olan tarihi nereden başlatacağız?

Kuşkusuz Müslümanlar için tarihin ilk ve en büyük travması peygamberin vefatıydı. Çünkü Müslümanlar Resulullah’ı kaybettiklerinde aynı zamanda büyük bir imamı, hoşgörülü bir devlet başkanını, sağduyulu bir arkadaşı ve hayatlarını anlamlı kılan dinin risâlet merciini kaybettiler. Bu durum çok tabii olarak kalplerde ve zihinlerde yeri doldurulamayacak bir boşluğa sebep oldu. Maalesef bu boşluğa maruz kalan Müslümanlar peygamber sonrası için çok da hazırlıklı değillerdi: Öyle hazırlıksızlardı ki, hayatını peygamberin risâletine adamış Ömer Bin Hattab dahi ilk anda peygamberin ölmediğini, bir gün mutlaka aralarına geri döneceğini ve o an yaşadığı büyük yıkım sebebiyle peygamberin öldüğünü söyleyenleri kılıçtan geçireceğini söylüyordu, tâ ki Ebubekir Bin Kuafe’nin sözlerini işitene kadar. Bu hazırlıksızlık hâli bir ölçüde giderilse de giderilemeyen hazırlıksızlıklar ileriki zamanlarda çok daha büyük travmalara yol açtı.

Kabul etmeliyiz ki bu travmaların en şiddetlisi Müslümanların, Resulullah’ın ailesiyle ilgili veremedikleri imtihanlardı. Bizleri 1400 yıllık keskin bir ayrışmaya sokan bu imtihanları hâlâ verebildiğimizi söyleyemeyiz. Çünkü sormamız gereken soruları zihin konforumuzu bozmama adına, sözüm ona yeni “ayrışmalara” yol açmamak adına hiç sormadık. Meselâ Müslümanların bir kısmının İslam’ın meşru halifesinin arkasından kuyu kazmaya tevessül edebilme cüretlerini düşünmedik. Çünkü o “kuyu kazanlar” diye bahsettiğim kişiler “sahabe”ydi ve onlar, peygambere atfedilen ifadeyle söyleyecek olursak “gökteki yıldızlar gibi doğru yol göstericileriydi.” Resulullah’a atfedilen bu sözün sahihliğini, sahih ise kapsamını – bağlamını ve en önemlisi peygamberin dahi insanların gelecekteki hâllerini öngörme yetisinin olamayacağını hiç tefekkür etmedik.  Bu durum bizi daha başlangıçta tarihsel sorgulamalar ve bir tarih felsefesi ortaya koymaktan alıkoydu. Sonraki yüzyıllarda ise İslam artık devlet yöneticilerinin kendi icraatlarına zemin hazırlama aracı ve istismar alanı olarak karşımıza çıktı. Bu devlet yöneticileri “ulü’l emr’e itaat” ilkesi gereği kendilerine kullanışlı âlimler topluluğu ve tebâlar bulabildiler fakat İslam toplumlarını derinlikli düşüncelere – sorgulamalara götürecek felsefeyi, “Filozofların Tuhaflıkları”nı yazdırtacak ve bu eseri topyekün bir felsefe disiplinini itham ettirecek kadar tarihin karanlığına gömmek için çoğu zaman büyük gayret gösterdiler.  İşte bugün geldiğimiz acıklı noktanın derininde yatan ve bizi dünya gerçekliğinden kopartan hadiselerin başlangıcı günümüzden bu kadar uzakta yatıyor. 14 asır önceden 14 asır sonraya baktığımızda ise Müslüman topluluklara hitap eden dinî iktidar sahiplerinin, Müslümanların geri kalmışlıklarıyla alakalı olarak tek bir cümle kuramaz halde olduklarını görüyoruz.

Bugün yaşadığımız toplumsallıkta karşımıza çıkan ve insan olma hâlini anlamaktan uzak din dili, reddiyeci- tekfirci anlayış, İslam’ı salt bireysel faaliyetler bütünü olarak algılayan mantık ve kendi İslam yorumunu bir tahakküm aracı olarak gören fanatizm gösteriyor ki biz İslam dünyası toplulukları olarak tarihsel sorgulamalardan ve de derinlikli çözümlemelerden çok uzağız. Öyle uzağız ki bugün artık toplumlarımız bütün bu hesaplaşmaları biraz olsun düşünmek yerine, yerleşik din dilinin mensuplarına “ Ali Şeriati okumak caiz mi?”, “Fazlur Rahman sapık mı?”, “Seyyid Kutub’un tefsiri muteber mi?” gibi sorular yöneltebiliyorlar. Farklı bakabileni ölesiye ötekileştiren ve İslam’ın modern zaman topluluklarının yaralarına ne gibi pratik çözümler üretebileceği hususunda zihinsel hiçbir faaliyetin içerisinde olmak istemeyen bu din dili maalesef genelde geniş toplum kesimlerinin, özelde ise genç kuşakların tanrı düşüncesinden büyük bir hızla uzaklaşmasına sebebiyet vermektedir.  

Son olarak şunu da belirtmeliyim ki sevgili okuyucu; bütün bir yazı boyunca bahsettiğim meselenin birkaç sayfada özetlenebileceğini düşünmüyorum. Bu yazıyı, en azından bahsettiğim mesele etrafında düşünmeye başlamanın bir vesilesi olması duasıyla sonlandırıyorum. Kalın sağlıcakla.

 

FATİH KANPARA

Şüheda
EDİTÖR