Ne de olsa ben sadece bir insanım.
Suçu bana yükleme, suçu bana yükleme.
Ben sadece insanım yapabildiğimi yaparım.
Ben sadece bir adamım yapabildiğimi yaparım.
Suçu bana yükleme…
Suçunu bana yükleme…
rag’n’bone man – human
Ege evden çıkarken yüzünden düşen bin parçaydı. Ayakkabılarını hızlıca giyip çıkmak, temiz hava almak ve biraz yürümek istiyordu. Sırtına içinde ıvır zıvır dolu çantasını attı. Ayakkabılarının bağcıklarını sıkarken içeriden gelen telefonunun sesini işitti. Zihninin bir yerlerinde çığlıklar koptu. Çantasını kapının yanına bırakarak dizlerinin üzerinde evin içine girerken diz ağrısı onu çocukluğuna götürdü. Çocukken de üşendiği için çoğu defa dizleri üzerinde girmişti eve. Şimdilerde ise unutkanlığı, hayatının kangreni haline gelmişti.
Odasına ulaştığında masanın üzerindeki telefonu almak için doğruldu. Ayakkabıları halıya değmek üzereyken kendine doğru çekti. Bu halde olmaktan öyle nefret ediyordu, öylesine kasıyordu ki kendini, baldırına kramp girdi. Bu sırada telefon susmuştu, konuşmaya da mecali yoktu zaten. Telefonu aldığı gibi cebine koydu. Masanın başında dizleri üzerinde bekleyişi kan ter içinde kalmasına neden olmuştu.
Gerisin geri kapıya doğru yoğun bir diz ağrısıyla emeklemeye başladı. Ayakkabılarının herhangi bir yere çarpmaması için verdiği çaba, Nobel ile ödüllendirilmeliydi. Dış kapıya vardığında seri bir hamle ile ayağa kalkıp kısa süreli evrimini gerçekleştirdi. Çantasının kolunu tuttuğu gibi sırtına attı. Tam o esnada telefonu tekrar çaldı. Bu ısrarcı arayış pek hayra alamet değildi. Telefonu çıkarırken 5 lirası yere düştü. Hükmünü kaybeden lirasına mı yoksa önemini kaybeden arkadaş çağrılarına mı üzülmeliydi? Bilemedi. Yere doğru eğilip parasını almaya yeltendiğinde çantası kolundan düştü. İnceden sövdü. Çantayı koluna, parayı cebine attı. Telefonun sesi kulaklarını tırmaladığı için kırmızıya bastı. Sinirden ve az önceki emekleme sporundan da kaynaklanan eforla terlemeye devam ediyordu. Kıpkırmızı olmuştu. Telefonu cebine koyarken üstünü başını düzeltti. Terini sildi.
Apartmanın merdivenlerinden inerken içerinin tatlı serinliğiyle avundu. Dışarı adımını atar atmaz ise gözüne güneş battı. Apartmanın serinliğine dönmeyi düşündü. Bunun anlamsız bir son olacağını düşünerek sağ elini kaşlarının üstüne koydu. Bu onu bir nebzede olsa rahatlatmıştı. Nereye gideceğini bilmediğinden sağa dönüp yola koyuldu. Elini kafasında tutmaktan vazgeçerken müzik dinlemenin iyi geleceğini düşündü. Cebinden kulaklığını çıkardığında bir ince de ona sövdü. Kendini de es geçmedi bu sefer, çünkü toplamak yerine sokuşturmayı, konuşmak yerine dinlemeyi tercih ediyordu. Neyse ki çözüm odaklı bir kulaklığı vardı. Müzik dinlemek için tercihi Özlem Taner oldu. Gözünü kapatıp müziğin ahengine kendini verecekti ki ayağı takıldı. Sendeledi, düşecek gibi olduğu anda toparladı. Sövdü, bayağı ağır sövdü bu sefer. Zamanı değildi… Ani bir kararla müzik dinlemekten vazgeçti. Kulaklıklarını apar topar yine cebine sokuşturdu. Mahalleliye bakarak yürüyecek ve kafasını dağıtacaktı.
Biraz yürüdükten sonra etrafında hiç insan olmadığının farkına vardı. Kimseye selam vermez, verenin de selamını ağız ucuyla alırdı. Mahallenin sakinlerini babasından tanır, babasının tanıtmadığı kimseyi bilmez, bilmeye gerek duymazdı. Tam o esnada berber dükkânının önünden geçiyordu. Berber hapse girip çıkmış uzun boylu Urfalı biriydi. Çok pişman olduğu bir kan davasında amcaoğluna tam 8 kurşun sıkmıştı. Dükkânın önünden geçerken korkusundan mı saygısından mı bilmediği bir hisle selam verdi. Hızlıca uzaklaşmak, bu ürpertiyle daha fazla muhatap kalmak istemedi. Karşı kaldırıma geçmeye karar verir vermez karşı apartmanın birinci katında oturan teyzeyi gördü. Teyze, güneşin ona iyi geldiğini üst komşusuna anlatıyordu. Romatizmalarını rahatlattığını söylüyordu iştahla. Teyze sıcağı sevdiğini söylerken Ege, güneşe sövüyordu.
Az ilerideki durağı görünce otobüse binmenin kendine iyi geleceğini düşündü. Tam o esnada otobüs durağa yanaştı. Son anda yetiştiği otobüste kartını okutunca fakirliğini makine bile yüzüne vurdu. Tüm otobüsün duyacağı bir ses tonu ile makineye sövmeyi es geçmedi tabii.
Şoför seri bir hareketle yola koyulunca dengesini yitirdi, şoföre sövdü. Oturmak için bakındı. Ön koltuklar boştu. Gözü tüm yolcuları taradı. Öylece süzdü hepsini ki tanıdık birine denk gelip gereksiz muhabbete maruz kalmasın. Cam kenarında güzel bir yer bulunca hemen oturdu. Biraz huzur istiyordu canı. Biraz sakinlik, belki de unutulmak… Kafasını cama yaslarken kulaklıklarına yeltendi. Güzel bir müziğin rahatlaması dileğiyle Lana Del Ray açtı.
Otobüs yol aldıkça titreşen camda başı yağdan bir iz oluşturmuştu. Düşünüyor, içinde bulunduğu çıkmazdan dolayı hayıflanıyordu. Evden, arkadaşlarından ve hayatın ritminden sıkılmıştı. Kendini yenilemek için otobüse binmesine bile canı sıkılmıştı. Gözü apartman, insan, ağaç, durak ve arabaları seçiyor; hepsini dikkatle inceliyordu. Ellerinden tutan birinin varlığını arıyor, fark edince de bu düşünceden kaçınıyordu. Otobüs durakta durdu ve uzun zamandır görüşmediği Sibel otobüse bindi. Liseden bu yana hiç denk gelmemişlerdi. Uzun zaman olmasına rağmen yüz hatlarının neredeyse hiç değişmemesine şaşırmıştı. Kendisini görmemesi için cama daha fazla yaslandı. Gelip yanına oturmaması için dualar ediyordu. Uzunca bir muhabbete girip eskileri yâd etmekten çekiniyordu. Sırası değildi. Neyse ki Sibel yanına oturmamış, Ege’yi hiç fark etmemişti bile. Bu ayrıntı kendisini rahatsız etse de buraya takılacak değildi. Lisede geçirdiği zamanlar aklına gelince yüzüne hafiften bir gülümseme çöktü.
Otobüs bir müddet hareket etti. Yüzlerce materyali zihnine dolduran Ege ilk durakta inme kararı aldı. Aslında varmak istediği yere çok vardı ancak bu yolculuğun kendine iyi gelmediği kanısına vardı. Arka sıralardan orta kapıya doğru yönelmek üzere ayağa kalktığı sırada çok büyük bir çarpışma sesi ile birlikte boylu boyunca uçtu. Öylesine şiddetli bir çarpışma oldu ki neredeyse şoför mahalline ulaşmıştı. Kulaklarını hissedemiyordu. Büyük bir uğultu ile birlikte yerde yatıyordu. Boğuk sesler, bağrışmaları ve sıcaklığı duyumsuyordu. Vücudunun her yerinde çok yoğun ağrılar hissetti. Omuzları, bacakları ve her bir zerresi sızlıyor, göğsündeki ağrının şiddeti artarken kafasından sızıntı halinde kan akmaya başlıyordu. Kulağından düşmeyen kulaklıktan Özlem Taner sanatını icra ediyordu. Hafifçe doğrulmaya çalıştı. İlk seferinde bunu başaramadı. Bir daha denedi ve ayağa kalktığında otobüsün yarısına kadar gelmiş olan tırın kafa kısmındaki kan, et ve kemik parçalarını gördü. Sağına ve soluna bakındı. Bellediğinden silinmesini yıllarca bekleyeceği sahnelerle karşılaştı. Çoğu insan koltukların arasında can vermişti. İki büklüm olanlar, kafası kopanlar, uzuvlarının birçoğunu kaybedenler… Ağız dolusu kustu.
Bu dehşete düşüren manzara karşısında elinden bir şey gelmemesine hayıflandı. O ana kadar yakındığı bütün dertlerinden arınmış, başından akan kan onu vaftiz ediyordu. Yeni bir iç çöküntüye girmemesi olanaksızdı. Sağına döndüğünde çocuğunun üzerine siper olurken can vermiş bir anneyi gördü. Kadının hemen arkasında yaşı oldukça geçkin çene kısmı yok olmuş bir amca bulunuyordu. Hemen solunda gençliğinin baharında bir delikanlının şah damarını otobüsün camı kesmiş, boğazından oluk oluk kan akıyordu. Ege, bu nasıl bir manzara diye hıçkırıklara boğuluyordu.
Aklına birden Sibel geldi. Ona ne olmuştu acaba. Epeyce bakındı. Onu bulduğunda kafası vücudundan ayrılmış şekilde tam ayağının dibinde duruyordu. Kendisine görmeyen gözleri şimdi ayağının dibinde ve Ege’ye bakıyordu. Yaşadığı olaylar gözünün önüne geldi Ege’nin. Artık yok olmak istiyordu. Bu kazadan sağ kurtulduğu için lanetler okudu. Oluk oluk gözyaşı döktü. Ne yapabilirdi ki? Dakikalarca kıpırdamadan öyle kaldı. Gelen ilk yardım ekipleri ayakta kalan tek insan olduğu için şükretmesini söylüyordu Ege’ye. Niçin ve nasıl şükretmesi gerektiğini unutmuştu. Parçalanmış bedenleri dikkatlice dışarıya alıyorlardı. Kendisini de sedyeye yatırıp dışarı almak üzereydiler. Kan gölüne dönen zeminden, hurdaya dönen otobüsten ve içeride kalan tüm umutlardan ayrıldıkça otobüse geri dönmek istedi.
Otobüsten indi ve yere düştü.
GANEM