. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

ÜSKÜDAR'DAKİ ÇAY OCAKLARI, ÜSKÜDAR ÇELEBİLERİ VE İBRAHİM

OLVİDO AYŞE AKAN - 15 TEMMUZ 2022

"Bir zamanlar Üsküdar marekesi(savaşı) günlerinde müellif(yazar), sâhib-i tab (güzel ayırt eden), reşit (ergin), haluk(iyi huylu) geçinen çelebiler; sürü sürü bir yere haşrolup(birikip) o şiddet-i harda(o zorlu sıcakta) nazik sof ferace, o Ahmetabad'ın Hind bezi sadeleri(ak bezleri) giyip destarlarını gec kılıp(yana yatırıp), ellerinde birer yelpaze ve birer arka kaşıyacakları ile cenk seyrine(savaş izlemeye) gelmişler. Nicesinin elinde oku ve yayı var da oklarının kırk elli yıldan beri tüylerini güve yemiş. Amma yine forta kelâmı(atıp tutması) yerinde diye anlatır dedem. Dedem bunu anlatırken gözümde buralar canlanır hep. Her masada çay yanında çerez gibi gider yazılacak kitaplar, çekilecek filmler, Trt'ye satılacak projeler, reddedilen komünist kızlar, dövülen selefiler. Adama bakıyorum sabah akşam burada. Sen hangi ara o komünist kıza bir göz baktın da kız sana vurulup peşinden evine kadar geldi. Sen saat geç olduğundan kıza acıyıp mecburen eve aldın ama kendi yattığın odanın kapısını kilitleyip anahtarı alttan kıza attın. Ne zaman yaşanabilir bu? Sen burada çay bardağı dişlemekten başka bir şey yaşamış olamazsın."

Çölün ortasında kalmıştım. Ya sonsuz bir çöldü düştüğüm ya da adımlarım küçülmüştü. Kaç gündür gece gündüz yürüyorum kimseye ve hiç bir yere kavuşamadım. Arkadaşlarım, ben, ciplerimiz, safarimiz, maceracı ruhumuz, iflah olmaz gençliğimiz, güzelliğimiz. Sanki onlar birer rüyaydı da çöldeki bu yalnızlığımda bana musallat olan Üsküdar’daki İbrahim abinin hayaleti, onun bitmeyen anıları ve ona asla söyleyemediğim ama söylemek istediğim şeyler gerçekti. Üsküdar’da çay içerken İbrahim Abi belirir, hangi talihli masayı seçerse -ki bu genelde benim masam olur- oturur ve masayı işgal eder. O masada ondan başka hiç kimse konuşamaz, o binbirbardak masallarını anlatır, çay üstüne çay söylerdi. Ben o gelince hemen defteri kalemi çıkarır, içtiği çay kadar çentik atar, uydurduğu yalanlara cevaplar yazar, aktardığı yanlış bilgilerin doğrularını yazardım. Şimdi burada İbrahim, İbrahimin amel defterini yazdığım kalem ve tüm cevaplarımla çölün ortasında kalmıştım. Çölde bu kadar ilerlediğimizi bile hatırlamıyorum, araçla olunca anlayamadık ne kadar gittiğimizi demek. Bir zincirim vardı boynumda video çekerken onu elime aldım. Kamera ön camdaki arkadaşımdaydı, ben arka camdan başımı çıkarıp zinciri sallayıp, elimde yüzümde gezdiriyordum. Farklı açılara geçtik, zincir elimden ne zaman kayıp gitti, kumlara gömüldü anlamamıştım. Israr ederek, indim arabadan. Bana gel dediklerinde keşke gitseydim onlarla. Ben gelirim siz biraz ilerleyin dedim. Günlerdir buradayım, nasıl bitmiyor anlayamıyorum. Zinciri bulamadığım gibi İbrahim’i de kendimi de susturamıyorum. Sürekli çatışıyorlar.

“.......Ne zaman yaşanabilir bu? Sen burada çay bardağı dişlemekten başka bir şey yaşamış olamazsın."

"İbrahim Ağbi niye öyle diyorsun yaşamıştır eleman belki. Biz bize anlatılana inanmak zorundayız be ağbi. Efendimizin tavsiye ettiği davranış biçimi nedir? Birinin mahremine kulak kabartmayacaksın. Açık camından dışarı sesi çıkıyorsa dinlemeden oradan uzaklaşacaksın, gizlice içeriye bakmayacaksın. Bakmayacaksın abicim, birinin sana anlattığından gayrısını düşünmek de bunlara benzemez mi? Sana sunduğundan başka, içinde sakladığı şeyi kurcalayıp anlamaya çalışmak da bir nevi evine kulak kabartmak değil mi? Mesela dedenin sana anlattığı Üsküdar çelebilerini bana da Evliya Çelebi anlatmıştı ama ben dedenin sana anlattığından bir an bile şüphe etmeden dinledim seni." Sinirden morarmıştı, artık kalemi defteri de farketti. Çay falan söyleyemiyor pek.

 

"Her gün aynı ima. Oğlum ben sana dedem anlattı bana dedim "Dedem Celâli melunları Bulgurlu Dağı'ndan bir kovmaya başlamış Kızkulesi'nde deryâya dökmüş" mü dedim. Deryâya dökmüş mü dedim dedim de aklıma ne geldi. İki bin sekiz yılında Fas'taydım. Bir hocaefendinin çölün tepesinde bir çadırı vardı. Onun hizmetini yapıyordum. Abdest alırken suyunu döküyordum, sofrasını kurup kaldırıyordum. Efendi hazretlerinin yakınında bulunup onun haliyle hemhâl olmaktan başka bir emelim yoktu. Bir cuma günüydü. Efendi hazretleri perşembeden aşağıya iner, cuma günü için hazırlık yapardı. Ben cuma vaktinde inerdim. Yine öyle oldu, kendisi perşembeden indi. Ben de -yalan değil- tek başıma çölün tepesinde gece olunca korkardım. Çok zor uykuya daldım. Sabaha karşı uyumuşum. Bir de sabah namazına kalktım. Kerahat çıkmasını bekle derken yine epey vakit geçti. Tekrar uyudum. Bir de kalktım ki cuma vakti geçiyor. Beni bir telaş aldı, koşsam da yetişemeyeceğim vakit kaçacak. Aklıma yanımda götürdüğüm yamaç paraşütü geldi. Taktım hızımı aldığım gibi bıraktım kendimi aşağı mescide doğru. Milletin beni görünce aklı çıktı. Koşturanlar kaçanlar bağıranlar, bir baktım kimse anlamıyor benim ben olduğumu bu ne diye dehşetle bakıyorlar. İçlerinde bir asker varmış çıkarmasın mı silahını, beni vurmaya. Aman dedim abi dur abdestimi kaçıracaksın bizde sizin gibi oluk oluk aksa da bozulmaz değil. Yavaşca süzüle süzüle üstlerinden indim. Hem şaşırdılar hem hoşlarına gitti. Göz ucuyla hazrete baktım o bile bu halim sebebiyle gülümsüyordu."

"İbrahim Ağbi paraşüt ne maksatla yanındaydı." İbrahim abiyi dinlerken yine not almaya başlamıştım.

 

"Bir gün dayanamayacağım bu çocuğun elini kolunu bağlayacağım söze başlamadan önce. Kardeşim sen yine mi yazıyorsun benim anlattıklarımı. Ben bu çocuk benim masama oturduğunda elindeki cebindeki çantasındaki kalemleri toplayın demedim mi?" "Ağbi sen beni zincire de vursan ben bunları yazmanın bir yolunu bulurum." Aklıma zincirim gelmişti yine, hem yerlere bakınıyor hem İbrahim’i dinliyordum. O belirince Üsküdar’la beraber belirirdi. Çay ocağında olurduk yine, çölde göre göre çay ocağı serabı görüyordum.

 

"Bu yüzden işte ben bu adamın yanında bir şey anlatmak istemiyorum be kardeşim."

"Aşkolsun abi sonra ne oldu sen devam et."

 

"Sonra bir şey olmadı, içlerinde bir Türk varmış, geldi tanıştık adamla baya sohbet muhabbet ettik, kartımı verdim o da polisti o zamanlar. Geçen İsrail konsolosluğunun önünde olay çıkardığım mevzuda karşılaştık ilçe emniyet müdürü olmuş. Çay ısmarladı yine sohbet ettik çıktım. Beni getiren polisler de şaşırdı "Affet sen kimsin ağbi" dediler. Dedim: akıllı olun."

"Vay be abi nereden nereye. Her yerde de bir tanıdığın var." “Öyle.”

 

En sonunda İbrahim yine anlatacağını anlatmış, gitmeye hazırlanıyordu. Kızsam da seviyordum onu. Biraz daha sinirlenmesini istiyordum amel defterini kendisine verecektim ama soldan. “İbrahim Ağbi” dedim, defteri ve kalemi uzattım,gülümseyerek aldım “E sen de bunu buyur o vakit.” dedi. Günlerdir aradığım zincir İbrahim’deymiş meğer. Hesaplaşmış sayılıyorduk galiba. Zinciri alıp boynuma taktığım gibi koşmaya başladım. Az ileride cipler gözüküyordu.

 

OLVİDO AYŞE AKAN

Şüheda
EDİTÖR