. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

Çantadaki Sır

HÜSEYİN KILIÇ - 24 MAYIS 2022

Erkmen Tüzer’e ne oldu?

Örgü çanta mübarek mi? Sihirli mi? Teknolojinin son harikası mı?

Bunları gerçekten yaşıyor muyuz yoksa bir Holivud setinde miyiz?

Canlı yayında böyle bir prodüksiyonun maliyeti ne kadar?

“Çantam yaza hazır, ben hala tombulum” yazısının sahibi olduğu iddia edilen Şeniz Erman nerede?

Milli Saraylar İdaresi açıklama yapacak mı? Çanta Erkmen Tüzer’e nasıl ulaştı?

Sorular, sorular, sorular…

Tüm sorulara cevap bulmamız imkânsız ama ileride bu vakayı araştıracak kişiler için mümkün olduğunca derli tolu bir hikâye anlatmaya çalışacağım. Önce hikâyenin ilk kahramanına bakalım. Kim bu Şeniz Erman?

Şeniz Erman altı ay önce birdenbire ortadan kaybolmuş bir vatandaşımız. Çiçeği burnunda bir mimar. Diğer hobilerinin yanı sıra işten arta kalan vakitlerinde örgü örmeyi seviyor. Örgülerini paylaştığı bir instagram sayfası da mevcut. Son paylaşımı meşhur çanta. Altı buçuk ay önce yüklemiş fotoğrafı. Altında da herkesin bildiği gibi “Çantam yaza hazır, ben hala tombulum” yazıyor. Çanta ortaya çıkana kadar sadece yüz altmış yedi takipçisi varken şimdi neredeyse bir milyon kişi geri gelip bir şeyler yüklemesini bekliyor.

 

Her ne kadar son zamanlarda vücutla ilgili şeyler yazmak ayıp karşılanır olsa da bunu yazmak zorundayım. Kendisi de yazmış zaten ama Şeniz Hanım, nasıl desem, biraz ayırt edici bir fiziğe sahip. Annesine göre “normal işte”, arkadaşlarına göre “balıketli” ya da “topluca”, müdürüne göre ise çok affedersiniz “şişman”.

 

Altı ay önce, diye anlatıyor annesi, yoğurt mayası almaya diye komşuya gittiğinde odasındaymış. Döndüğünde kız yokmuş. Ne odasında, ne salonda, ne tuvalet banyoda… Markete gitti sanmış ama telefonunu almadan da bir yere gitmezmiş. Telefon masasının üstünde çalıyor da çalıyormuş. Polisler, gazetelere ilanlar, sokaklara yapıştırılan resimler, Müge Anlı, kamera kayıtları… Hiçbir şey çıkmamış. Düşmanı da yokmuş, onu kaçırabilecek konuştuğu birisi de. Annesi hâlâ gözü kapıda gittiği gibi bir anda gelecek diye bekliyormuş.

 

Şeniz’in ortadan kaybolma hikâyesi böyle. Ortaya çıkma hikâyesi? Henüz tam olarak ortaya çıktığını söyleyemeyiz ama o da ayrı bir muamma. Anlatayım:

Şeniz’in ailesi kızlarının ortaya çıkmasını beklerken tüm olanlardan habersiz, haberi olsa da umrunda olmayacak, Milli Saraylar İdaresi bir karar alıyor. Daha doğrusu üç yıl önce alınan bir kararı uygulamaya karar verip “Milli Envanter 2053” isimli bir projeyle Osmanlı’dan kalma saraylarda unutulmaya terk edilmiş, çürümeye yüz tutmuş ne kadar eşya, evrak, zerzevat, ıvır zıvır varsa depolardan çıkarıp sergilemek üzere harekete geçiyorlar. Proje tıngır mıngır ilerlerken yapılan işe ilgi duyanların sayısı her zamanki gibi bir elin parmaklarını geçmiyor.

 

Ta ki…

Ta ki Dolmabahçe Sarayının deposundaki incelemelerde, eski bir sandukanın içinde envantere daha önce hiç alınmamış bir çanta bulunana kadar. Evet evet, o çanta. Şeniz’in altı buçuk ay önce bitirdiği.

Sadece çanta mı? Çantanın içinden çıkan kâğıtlar işi asıl civcivli yapanlar. Sararmış, yer yer silinmiş, rutubetli kâğıtlarda öyle Osmanlıca sırlar falan yazmıyor. Eline alanın direkt okuyabileceği Günümüz Türkçesiyle Latin alfabesiyle yazılmış günlükler. Dolayısıyla bu kâğıtları bulan Uğur Yapıcı, sandukanın yanından ayrılmadan su gibi içiyor yazanları. Okur okumaz da gerekli tutanakları tuttuktan sonra laboratuvara gönderiyor kâğıtları. Sonuç? Bir kâğıttaki yazıların en fazla yedi aylık olduğu, diğer kâğıtlardaki yazıların ise 160 ile 240 yıl arasında bir yaşa sahip olduğu ortaya çıkıyor. Üstelik sandukanın olduğu deponun dört yıldır açılmadığı kesin bir dille belirtiliyor. Olayı takip edenlerin yani herkesin inanmakla inanmamak arasında bocaladığı şeyler de işte bu günlüklerde yazıyor.

 

Peki, neler yazıyor bu günlüklerde? Güya, evet güya mektupların müellifi, annesi o gün evden çıkınca aynaya bakmış ve kendini hiç beğenmemiş. Ondan sonra instagrama yazdığını kâğıda yazıp bir elinde yeni örgü çantası bir elinde kâğıt otururken şöyle düşünmüş: “Bu kâğıdı çantaya koyacağım ve zayıfladığımda yeni bir şey yazacağım.” İşte her şey bundan sonra olmuş.

 

Hikâye bu ya kâğıdı çantaya koyarken birdenbire çanta adeta kocaman olmuş ve karanlık bir dehlizde seyahate çıkmış. Deli saçması gibi ama durun daha bitmedi. Sonra kendini bir anda daha bir hafta önce arkadaşlarıyla gittiği Çemberlitaş Hamamı’nda çırılçıplak buluvermiş. Yani üstünde sadece peştamal ve elinde çantası varmış. Bunu gören kadınlar çığlık atınca onun da dili tutulmuş bir şey diyememiş. Hamam aynı hamammış ama bir şeyler besbelli farklıymış. Hamamda cümbüş halindeki kadınların hepsi etli butluymuş. Dediklerini anlıyormuş ama konuşamıyormuş. O an öldüğüne ve cennet mi cehennem mi anlamadığı bir yere geldiğine inanmış ve olacakları beklemeye başlamış. Hamamdakiler de onun cümbüş esnasında hamama giren bir garip olduğuna karar verip eğlencelerine devam etmişler. Müellifin sonradan öğreneceğine göre, sene bin yedi yüz yetmiş bir imiş. Akıl alır gibi değil, değil mi?

 

Derken hamam sefası bitmiş. Hamamdaki kadınlardan en heybetlisi buna acımış ve kapıda bekleyen bir efendiye kıyafet getirtip evine almış. Bu haşmetli kadının hanımını yeni kaybetmiş olan Sadullah Paşa’nın annesi olması ne büyük şans imiş.

“Öldüm desem ölmedim, besbelli yaşıyorum. Hanım sürekli beni gezdiriyor, dilimin çözülmesi için türlü çareler arıyor. Paşaya layık olup olmayacağımı tartıyor. Benim kilolar burada altın değerinde. Zayıf kadınları hastalıklı kabul ediyorlar. En güzel dedikleri kadınların annemin evinde altmış yıl diyet yapması gerekiyor. İşte ben de artık onlardan biriyim. Sen yıllarca moda illeti yüzünden kilolu olmaktan mustarip ol, sonra benzer bir mantık seni bir numara yapsın. Gözlerimin süzgün baktığını, etimin nasıl diri durduğunu söyleyenler haklıymış demek ki. Çok semiz maşallah ama temiz mi onu da bilmek lazım, diyor hanım.  Boğazın aynı boğaz olduğunu tespit etmesem İstanbul’da olduğuma kati surette inanmayacağım. ‘Zamanda yolculuk mümkünse de neden benim çantam’ ‘Nasıl?’ gibi soruları sormayı bıraktım. Paşa hem yakışıklı, hem tahsilli, hem bana deli gibi âşık. Rahmetli karısı yüzünden evliliğe hevesini tam alamamış. Bu devirde bulabileceğim en iyi imkânlara bir örgü çantayla ulaşmaktan öte şeyler istersem Allah’a nankörlük olur. Ah anneciğim. Bir tek seni şöyle kocaman öpüp yanaklarını sıkmak isterdim ama ama işte… Geri dönüp o rejimlere yeniden başlamak yerine orada ölüp burada doğmam senin için de daha iyi olacak anneciğim, inan bana. Yarının doğum günüm olmasına karar verdim. İlk defa konuşacağım konaktakilerle, çok değil ama. Çok konuşur da gelecekten geldiğimi söylersem ya hepten deli derler ya öldürürler. Şu Sadullah’ı bir kandırayım hele… ”

 

Siz biliyorsunuz bu satırları Şeniz’in yazdığını ama bizler polisin son iki yılda kaybolanları tek tek incelemesini, ipuçlarını birleştirmesini ve ihtimalleri azalta azalta ona ulaşmasını bekledik. Evindeki defterlerdeki el yazılarından günlükleri onun yazdığını, instagram hesabından da çantayı onun ördüğünü anladık. Onca sayfa günlükten ve bu ikisinden gayrısını tarihçilere bıraktık çünkü zamanda yolculuk yaptığının en açık ispatı bunlardı. Geri kalanlar belki ancak on sekizinci yüzyılda saray hayatı, İstanbul, kadınlar vs. gibi çeşitli kitaplarda yer bulabilecek hususlar. Bu hususlar da üzülerek söylüyorum neredeyse kimsenin umurunda değil. Bize magazin gerek, magazin!

 

Evet, üç gün önce yazmaya başladığım bu özel haberi burada bitirecektim aslında. Ortada bir gizem olduğu açıktı ve Şeniz Erman’ın gerçekten geçmişe gidip gitmediğiyle ilgili somut bir ipucuna bir türlü ulaşılamıyordu. Bir anda ortaya dökülen bilgilerin hepsi tüketildikten sonra birdenbire ortaya çıkan çanta gibi yeni ve başka bir şeyin hayatımıza aynı hızla girmesini beklemekten başka bir şansımız yoktu. Lakin gelin görün ki her şey bitti derken bütün senaryoları alt üst eden yeni gelişme tüm ülkenin gözü önünde, canlı yayında meydana geldi.

 

            Biz sıradan vatandaşlar kendi anlayışımızca olaya açıklamalar bulmaya çalışalım, kapalı kapılar arkasında neler olmuş neler. Erkmen Tüzer nasıl olduysa çantayı ele geçirmiş. Kimsenin günahını almak istemeyiz ama çaldı diyen de var, rüşvetle elde etti diyen de... Malumunuz, Erkmen Tüzer kendisiyle ülkenin en zengin götü diye dalga geçmekten keyif alan yüz doksan kiloluk ünlü iş adamı. O kendisiyle barışık ve neşeli haline rağmen rakiplerine ve çalışanlarına karşı ne kadar gaddar olduğunu da bilmeyen yok. Çoğu zengin gibi parası gaddarlığından daha baskın olduğundan pişkinliğin sınırları zorlayan Tüzer, kendine ait kanalda çantayla canlı yayın yapacağını saatler öncesinden ilan etmekten de çekinmedi.

 

Dün akşam saatler sekizi vurduğunda tüm heybetiyle ekranları dolduran Tüzer, bir şovmen edasıyla çantayı kameralara göstermekten çekinmedi. “Bakalım bütün şişmanların dostu muymuş bu çanta?” diye sorduktan sonra masadaki kâğıda bir şey yazdı, tıpkı Şeniz Erman gibi kağıdı çantaya koydu ve… PUF! Ülkenin en zengin götü ortadan kayboldu.

Sıradan bir mimarın kaybolması olaya mistik anlamlar yüklemeye yer arayan kamuoyunu yeterince oyalamışken bir de bu çıktı başımıza. Garibanın mübarekliğine inanan halk, zenginin puştluğunu arıyor şimdi de. Herkes Şeniz kızımıza üzülürken şimdi onun da Erkmen’in oyununun bir parçası olduğuna inanıyor. Şimdiden canlı yayındaki ve tüm hikâyedeki tutarsızlıklara ilişkin onlarca komplo teorisi dolaşıma girdi bile.

 

Hikâye işte böyle... Gerçekten bir çanta zaman makinesi olur mu? Taze bir mimarın acıları onu vücudunun aşağılanmak yerine yüceltildiği bir döneme gitmesini sağlar mı? Eğer bunlar doğruysa ülkenin en zengin adamlarından biri için de aynı şeyler geçerli midir? Milyonlarca yıllık dünyamızda çözülemeyecek gizemlerden birisiyle mi karşı karşıyayız yoksa bir başka zengin safsatasıyla mı? Günün birinde Erkmen Tüzer’in foyası mı ortaya çıkacak yoksa yüzlerce yıl öncesinden yazdığı mektupları mı? Bunlar ve bunlara benzeyen onlarca soru cevap bekliyor.

Ben ne düşünüyorum bu konuda? İnanın bilmiyorum. Sadece, kendime “örgü öğrenip bir çanta da ben mi örsem?” diye soruyorum.

Şüheda
EDİTÖR