Kahvaltıda Zip’le beraber küçük bir kavanoz zeytin, yarım teneke havyar, kuru bir incir yiyeceğiz. Harika lezzetler, güzel seçimler, zenginlikler. Hafif başlayalım, önce zeytinler, sonra kaliteli protein, en son olarak da bu odaya bizimle hapsolmuş, kurumuş kalmış tatlı bir şey. İncir. Zip en üst raftan çay bardağı olarak kullandığımız boş havyar tenekelerini aldı. Ben de adamın elindeki tepsiyi sehpa olarak kullanmak için çektim. Zor oldu, şimdiden kaskatı olmuş. Tepsinin üstündeki ilaçlar etrafa saçıldı ama mühim değil. Uzun zamandır ellerim ilk defa bu kadar kararlı, titremiyor, ziyafeti tabaklarımıza paylaştırdım.
Zip’le bana kardeş, kuzen, arkadaş hatta karıkoca olduğumuz söylendi. Adamdan önceki, bu odadan önceki, Zip’ten önceki hayatı hatırlamanın bir anlamı yok. Ziple anahtar ve kilit gibiyiz. Serçe parmağı göbek deliğime tam uyuyor, kafam boynun köşesine tam oturuyor, köpek dişlerim azı dişlerinin arasına mükemmel yerleşiyor. Vücudunun benimkini kusursuz bir şekilde aldığı yerleri biliyorum. Gülüşünü ve bunu nasıl taklit edeceğimi, korktuğunda tırnaklarını kopardığını, korkusunun limon koktuğunu biliyorum. Sabahtan beri oda narenciye bahçesi gibi.
Sinirleri kemanın yayları gibi gerilmiş.
“Dilini çıkar,” dedim.
Ziyafetimize donuk gözlerle baktı, gömleğindeki kan izini çitiledi.
“Dilini çıkar Zip.”
Lekeyle uğraşmayı bıraktı, gömleğinin kollarını kıvırdı.
“Onu yıkamamız gerekmez mi?”
Biraz önce temizlediğimiz tırnaklarını kemiriyor. Dizleri titriyor. Yeni koyduğumuz kurala uymaya çalışıyor, yasak yere bakmamak için çabalıyor.
“Dilini çıkar Zip.”
Çıkardı. Tabağından bir zeytin alıp dilinin üstüne koydum sonra da benimkine. Zeytinler tuzlu, hafif de acı.
Yüzünü yasak yere çevirmeden. “Bir cenaze töreni olmalı,” dedi.
Zip iyi değil. On yıldır iyi değil. Yüzü kül renginde, gözleri şiş, kenarları lila. Eklemleri düğüm düğüm, bir kadavrayı andırıyor. Artık her şey farklı olsa da rutinlerimize bağlı kalmaya, sağlıklı olmaya karar verdik. Arada bir öpüşerek zeytinlerimiz yedik, bitiridik.
“İyi protein,” dedim. Havyarı kaşık kaşık ona yedirdim.
“Toprağa geri dönmeli,” dedi. Ağzından minik siyah topçuklar saçıldı.
İnciri ikiye böldüm. Bir parçası daha büyük. Gözlerimi kapadım, küçük parçayı elinin içine bıraktım. Bakmıyor bile, incir avcunun içinde ısınıyor, yapışkanlaşıyor.
“İncirini ye,” dedim.
“Herkes bir cenazeyi hak eder,” dedi.
Eline vurunca, incir havalandı. Yere düşecekken yakaladım. Zip iyi değil. Onun yarısıyla kendi yarımı tekrar bir araya getirdim. Zip bundan hoşlanmadı. Pek iyi değil.
“Bu bir kutlama,” dedim. İnciri göz hizasına kaldırdım Isırmamak için kendimi zor tutuyorum. Gözleri yasak yere kayıyor.
“Bugün güzel bir gün.” Öyle- artık inciri paylaşmıyorum.
O benim, ben onunum, biz biriz, bölünmeyiz.
Ama sesimdeki bir şey onu rahatsız ediyor, neredeyse ağlayacak. O benim kız kardeşim, oda arkadaşım, kuzenim, karım, kocam, benim paylaşılmayan şeyim. Kutlamam. Birbirimizden, bu odadan, bizi sonsuza kadar ayıramayacak bu adamdan başka bir şey tanımıyoruz. Bölünmüş-bölünmemiş incir. Gözleri benim terimle şişer, yapışkan, mikroplu, alıştığımız şeyler. Parmaklarımız bir, tenimiz aynı. İnciri avucumuzda yuvarlıyoruz, yasak yere fırlatıyoruz.
Düştüğünü duymuyoruz, kontrol etmeyeceğiz. Ellerimiz yapış yapış, boş. Dizlerimiz tek, titreyen bir diz. Ağzımız bir ağız. Sonsuza kadar bağlıyız.
DENİZ SAATKAYA ELDAM