Bu âlemde canlarım, birinin nalları dikmesi bazen şöyle gerçekleşir: Talimatları aldığınız kimse sizi çok sever, operasyonlarda gösterdiğiniz türlü cevvallikler, büyük bir güven duygusu aşılar onda. Bu sizin için iyi bir şeydir çünkü âlemin bütün türlü cevvallik gösteren delikanlıları sizi kıskanır ve patronlarının yanında söz hakkınız olur. Eril mi dilim? Ne dedim aga, hee delikanlı, evet doğru. Kadınlar, kellekoltukta gezdiğimiz bu âleme girecek kadar akılsız olmaz genelde. Her normal zekâlı insan gibi yataklarında ölmenin hayalini kurarlar. Biz mi? Biz belimizde tabancayla doğarız, yolumuz en başından çizilmiştir, demek geliyor içimden ama öyle değil. Kimimiz intikamdan, kimimiz işsizlikten düşer bu yola. Netice hep aynıdır ama: Vızıldayan kurşunlar. Ve onlar vızıldarken dünyanın en ölümcül dansını icra edebilme meziyeti ya da gerzekliği. Bizim âlemde ikisi genelde aynı anlama çıkar.
Bu âlemde canlarım, sırtınız okşanıp belinizdeki makinayla ilgili eş dost türlü efsaneler uydurmaya başlayınca kendinizi bir halt sanmaya başlarsınız. Aynı profesyonel ligler ve dini mübindeki gibi canlarım, kendinizi bir halt sanmaya başladığınız anda, lifleri yırtılan topçuya ya da kibirli hacılara dönersiniz. Süper yetenekleriniz, Vandammevari uçuşlarınız kendi sonunuzu hazırlar da göremezsiniz. Nihayetinde zaten kimsenin yapamayacağı şeyler beklenir sizden. Hâliyle yapamazsınız ve yedek canlarınız hızla erimeye başlar, patronunuz sizi infaz edip bir çöplüğe bırakabilir her an.
Sıkıcı nutuklarıma ara verip beni bu yola düşüren hadiseden bahsedeyim. O da sizi sıkabilir ama denemem gerekiyor. Bir çatapatçının hazin sonu adlı flash tv programına benzer bir boka tanıklık etmek istemezseniz üstteki menüye ya da logoya tıklayın ve bu çatapatçıyı, kaybedenlerin alternatif tarihindeki çöplüğe atın. Bu çöplüğün, patronumun beni atabileceği fiziki çöplükten daha iyi olmayacağını bilin yeter.
Bir Garip Pause: Kötü Yola Düşüşün Hard Öznel Anlatımı ya da Mazereti
Üniversitede okunurken bir Kezban sevmiştim. Değilim eril, Simone de Beauvoir’i yakinen tanırım. Merhumenin adı Kezban’dı. Spoiler mı oldu bu da. Aman canım, siktir edin, kız ölmese böyle sikko işlerde ne bezim olurdu benim. Bir akşamüstü menekşelerin açma sebebini, Kezban’ı yani, evinden aldım. Uzun uzun o aptal caddelerde yürüdük. Yolun bir yerinde mutlaka havadan veya yerden veya arabaların kornalarından etkilenip birbirimize sarılacağımızı umuyorduk. Biz hakiki bir aşkın bizi birbirimize fiziksel olarak da bağlayacağı yeri ararken bir grup serseri de bizi gözlüyormuş meğer. Kız arkadaşıma laf attılar. Bir ayı olmadığım için önce kız arkadaşıma baktım. Gözündeki onayı görünce atladım lavukların üstüne. Ezilen sınıf değil, matematik kazandı. 4, 1’den mümkün evrenlerin hepsinde fazlaydı. Sağlam bir sopa yerim, Kezban da ağlamaktan burnundaki sümüklerin baloncuğa dönüştüğü bir suratla yardım falan çağırır diyordum. Daha kötüsü mevcutmuş her zaman. Beni bayılana kadar dövdüler ve kız arkadaşımı kaçırdılar. Bayılmadan önce ağzını bantlayıp Kezban’ı götürdüklerini kanlı gözlerle izlemek çok acıydı.
Uyandığımda daha önce tatmadığım ne kadar ruhani acı varsa hepsi üstüme çullandı. Altında eziliyorum sandım, inlemeye başladım. Polis sirenlerini duydum ve babamı gördüm. Yanıma geldi ve üstümü başımı silkeledi. Sürükleyip kaldırıma oturttu beni. Cebinden sigara çıkarıp uzattı. O meşhur eşiklerden biriydi bu. Bir felaket yaşandığında muhafazakar babaların çocuklarına yanlarında sigara içebilmeleri için verdiği izinlerden birine erişmiştim. Elini omzuma koydu. Aramızdaki mesafe yavaşça kapanıyor sandım. Annem öldüğünden beri hiç bu kadar yakınlaşamamıştık. Kendimi tutamadım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Babam annemin öldürüldüğüne inanıyordu. Çok didindi ama kimseyi ikna edemedi. Babamın dediğine göre annem intihar etmeyecek kadar çok seviyordu yaşamayı. Sabahın köründe çiçeklerini sulayan bir kadının kendi iradesiyle aramızdan ayrılmadığına emindi.
İlk koca boşlukta o zaman girdi aramıza. Babam içkiye tutundu, ben derslerime. Arada bir eve uğruyor, para bırakıp gene ayrılıyordu. Bir süre sonra aniden içkiyi de bırakmıştı. Okuldan uzaklaştırma aldığı için bir daha öğretmenlik yapamayacağını düşünüyordum. Belki de başka bir iş bulmuştu, çünkü hayatı aniden düzene girmişti ve bana sebebini hiç anlatmadı. Eski rutinlerine dönmesi aramızdaki mesafeyi kapatamadı ne yazık ki. Aynı evin içinde iki yabancıya döndük. Şimdiyse buradaydı. Dizleri dizime değiyordu ve gitmesinden ölesiye korkuyordum. “Her şey düzelecek,” dedi o hırıltılı sesiyle, “başka türlüsünü aklımız kaldıramazdı.” Sırtıma vurup kalktı ve caddenin karanlık tarafına doğru yürümeye başladı. Onu çok uzun süre göremeyeceğimi bilmediğim için yakasına sarılmamıştım. Polisler beni bulduğunda yeni bir şoktaydım. Babamı da kaybetmiş gibi hissediyordum. Olanları güçlükle anlattım.
Gazeteler, televizyon kanalları, belediye başkanı… Aklıma neresi geldiyse oraya gittim sonraki günlerde. Üniversiteyi dondurup bireysel aramalara başladım. Yemeden içmeden kesilmiştim. Her ihtimali zorluyor, sonradan hissedebileceğim vicdan azabını elimin tersiyle itiyordum. İşe yaramadı, ortalığı ayağa kaldırmıştım. En izbe duraklara bile Kezban’ın kayıp ilanlarını asmıştım. Polis her defasında arıyoruz deyip duruyordu ve başından savıyordu beni.
Fakat hayır, Kezban ortalarda yoktu. Ne yaptımsa bulamadım. Arada bir denk geldiğim ve lisede paçamı kurtardığı bir iki kavganın hatırına selam verdiğim bir arkadaşım vardı: Ali. En son görüştüğümüzde torbacıydı. Uzun bir süre geçmiş olmalı ki, takım elbise çekmişti üstüne. Network’un bir basamak yukarısına çıkmıştı muhtemelen. Sorgulamadım. Benim işim olmaz. Yılbaşında dumanını üfürdüğüm bir cuğaralık var. Çok konuşup ondan da olmak istemem. Ali, benim sıkıntılarımı duymuş ve yardıma gelmişti. Bir adamın ismini verdi, konuşurken fısıldamasından ve sağa sola bakmasından bu adamın kötü bir adam olduğunu anladım. Ahlak sorularını falan siktir ettim hemen. Dünyanın ahlakı neredeydi. Sevdiğim kadını, orospu çocukları kaçırmıştı. Kötü adamı bulacak ve istediğim bilgi karşısında ne istiyorsa yapacaktım. Böyle yaşamaktan daha kötü ne gelebilirdi başıma?
Adam tıpkı diğer kötü adam sandıklarım gibi kalın bir puro içiyordu. Dumanı içine çekmemeye -ne hikmetse- azami önem gösteriyordu. “Bazı bedelleri olacak” dedi bana. “Tamam” dedim. Birkaç telefon etti. Ve beni mafyanın kudretine iman ettirdi. Bana verirken gülümsediği bir tabanca hediye etti. Yanındaki adamlar, saygıyla kafasını salladılar. Yanıma üç cengaver verip tabancamı -zannediyorum uğur getirmesi için- okşadı. Bir post-it’e yazılmış bir adres iliştirdiler elime. Atladık modifiyeli Broadway’e ve adrese vardık. Herifleri bulduk. Tetiğe asılırken daha önce siktir ettiğim ahlak soruları gene tepemde belirdi. Sıkmaya es verip bağırdım, “defolun soytarılar, defolun. Kezban kaçırılırken neredeydiniz. Gidin bu soruyla boğuşun.” diye haykırdım. Bir soru, soruyla boğuşabilir miydi. Bu düşünce de çok sikkoydu ve şimdi sırası değildi.
Kezban’ı bulamadık. Konuşabilecek kadar ahirete göçmeyenlere yerini sorduk. Zor hatırladı şerefsizler. Çoktan ölmüş. Bir hayaleti aramışım bunca zaman. Kaçmaya çalışırken bacağına sıkacam diye kafasına sıkmış kazara, piçlerden bir tanesi. Tüm yaralıları -cengaverlerden müsaade isteyip- ellerimle boğmaya başladım. Bir süre sonra bu da tatmin etmiyor sizi. Eblek suratlarında ne kadar delik varsa parmağınızı içeri sokmak ve jöle kıvamında yerler keşfetmek istiyorsunuz. İşim bittiğinde terli ve kanlıydım. Ayrıca en usta adli tıpçının bile tespit etmek için mesaiye kalacağı organlara bulanmıştım.
Esas soru şimdi belirmişti. Abileriniz anlatmıştır canlarım, kahramanın sonsuz yolculuğu falan hani. Kahraman -bu ben oluyordum- üniversiteye devam edip ALES’e falan mı çalışmalıydı, yoksa daha çok jöle mi keşfetmeliydi. Filmlerdeki gibi uzun sürmedi bu havalı kararı vermem. Akademinin canına beygirler sıçsındı. Burada kalıp daha çok kafa koparacaktım. Patronum da Robin Hood gibi konuşunca fukara dostu bir mafya olduğumuza tamamen ikna oldum.
Onlardan biriydim artık, modifiyeli Broadway’i ben sürüyordum. Türlü heyecanlar ve aksiyonlar, ah lezizdi. Cebinde sürekli on bin dolar bulduğun bir ergenlik gibiydi. Sonradan öğrenecektim ki patron ben alışana, yozlaşana kadar sadece Robin Hood gibi hissedeceğim operasyonlara göndermiş beni. Kafamı karıştıracak, adalet anlayışlarını sorgulatacak operasyonlara ise sonra gönderecekmiş beni.
Ben canlarım, Broadway’in şoför mahallinden, patronun bindiği S200’ün arka koltuğuna iliştim yavaş yavaş. Mafyada hiyerarşinin en bariz gostergesi arabalar ve üyelerin arabalardaki yeridir. Bir süre sonra patron da indi S200’den. İnzivaya çekildi yazlığında. Onun arada bir teftişleri dışında bendim patron, ürkülen kişi, gözlerine bakılamayan canavar. Nasıl olduğunu başta anlattım güzellerim. Hızlı yükseldim, çünkü işimi iyi yapıyordum ve efsaneme farklı baharatlar katan aromalara sahiptim. Bir imzam vardı mesela. Cesetlerin alınlarına bandana takıyordum arada. Bu bandanaların üzerinde “Azrail is here” yazıyordu. Uff, çok havalıydı. Tam bu esnada itiraf etmeliyim: Alkol katılmış hiçbir içecek böyle sarhoş kılamaz insanı. Güç, gerçek güç, sarhoş ve müptela yapmıştı beni.
Gözden Düşüş, Pause Modunu Kıyamete Dek Dondurmak Adlı Düşün Müsebbibi
Bu başlık altında gözden düşüşüm anlatılacak. Kahramana -yani bana- ısındıysanız en üstteki logoya tıklayın ve bunları hiç yaşanmamış kılalım. Kezban’ı kaçıranlar gibi kötü bir son hayal ediyorsanız umduğunuzu bulma sözü veriyorum sizlere.
Bir adam sardı Patron’a, depolarını basıyor, mallarını polise yakalatıyordu. Entropi yasası gibidir canlarım, yeteri kadar tepeye çıkarsanız biri sizi alaşağı etmeye kalkar. E kolay değildi, şehirde hem uyuşturucuyu, hem silahı tekelimize almıştık. Almıştım aslında. Sıra kumardaydı. En büyük olmama, yani olmamıza ramak kalmıştı.
Bir iki üç, her seferinde kaçırıyordum herifi elimden. Yanımdaki adamların da gözünden düşmeye başladım böylece, gozlerime kısa da olsa bakabilmelerinden anlıyordum bunu. Artık bir tanrı değil, yakında fişi çekilecek bir insan görüyorlardı belki de. Patron, uyarılardan sonra fırça atmaya başladı bana. “Broadway’e mi dönmek istiyorsun?” dedi. Reddettim mahcubiyeti. “İlk fırsatta teslim edeceğim sana onu. Son kez güven bana.” dedim. Korkmuyordum ölümden veya bana güvenini yitirmesinden. Sadece öfke duyuyordum elimden surekli kaçan adama. Fakat alternatif planım da hazırdı. En ufak infaz olasılığında Kanada’ya gidiyordum. Patron yazlığında yüzerken ben sıkı dostlar edinmiştim orada.
Bir depoda kıstırdık onu bir gün. Depo yemdi, uyuşturucu yerine un koymuştuk sandıklara. Yedi bu da onu. Çatışmaya başladı, o anda anladım, bu kez kaçamayacaktı. Yeteri kadar tetiğe basınca canlarım, mermilerin arasındaki süreyi hesaplayıp tabancayı kullanan kişinin psikolojik durumuna hâkim olabiliyorsunuz. Lavuk korkarak asılıyordu tetiğe. Sarjörün kapasitesini ya da hedefi gözetmiyordu. Diğerlerine girişi tutmalarını söyledim. Adrenalinim tavandı, belli belirsiz şehvet dahi hissettim hatta. Avım az ötemdeydi, bulacak ve dişlerimi geçirecektim boğazına, tüylerim diken dikendi.
Uğurlu İgılımı sağa yöneltmemle loş ışıkta seçmiş oldum onu, sırtı dönüktü, “kal orada!” dedim, öyle mutluydum ki espri yapmış gibi çıkmıştı sesim: cıvık cıvık ve hadsiz. Ellerini kaldırdı, en sevdiğim cümleyi kurdum, asla modası geçmiyordu: “Kılını kıpırdatırsan delik deşik ederim seni.” Kılını kıpırdatmadı, usulca yanına gittim, boşta kalan elimle sırtından tutup yüzü bana bakacak şekilde çevirdim onu. Hani o film şeridi var ya kaza yapmadan oluyormuş ondan, hani ilk görüşte aşkın şoku falan varmış biraz ondan, he bir de nezarete tıkıldığınızda sizi pataklamak için yetiştirilmiş, kıllı, göbekli ve kazağı yoğun ter kokan polis memurunun sırıtan yüzündeki sevincin verdiği korku var ya, işte hepsini birden yaşadım o anda. Babamdı karşımdaki, beni görünce yaramazlık yaptığında seni dövemiyorum ama öyle çok istiyorum ki bunu bir bilsen bakışını takındı. “Baba,” dedim, “sen. Burada. Ne yapıyorsun?”
Gülümsedi ama hüznü de seçer gibi oldum yüzünde. “Kumar işini o şerefsize bırakamazdım” dedi. Babamla yeteri kadar bakıştıktan sonra mobil verimi açıp Kanada’ya tek gidiş bilet aldım. İki tane.
TARIK TEKOĞUL