. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

Kaportacı Kaycan Usta

SELMAN DİNLER - 20 TEMMUZ 2022

Ne var ulan anasını bilmem ne yaptığım?” diye bir ses geldi aşağıdan. Tam böyle demedi aslında ama ben öykümün yayınlanmaması riskine karşı küfürleri yumuşatarak yazmayı tercih ediyorum. Hem o türlüsünün meraklısı olduğu kadar, hatta daha çok, bu türlüsünün meraklısı vardır.

Hee… Hee… Kapat! Ananı falan filan yaparım.

Kaportacı Kaycan Usta sahneye çarpıcı bir giriş yapmıştı. Sigaramı dudağıma sıkıştırıp camdan uzandım. Aşağıda telefonla bağırarak konuşan kır saçlı, gözlüklü bir adam. Yağ lekeli tulumu, içi polar, dışı naylon usta yeleği karşı sanayiden olduğunu gösteriyordu ama gözlüğü biraz kafa karıştırıcıydı. Kalın bir kemik gözlük. Sonradan iyi para kazanmış gazeteci gözlüğü gibi havalı bir şey.

Ulan delikli somun, ananın orasını burgulu çektirmeyle sündürür, babana pijama takımı sana da bayramlık kep çıkartırım. Hayır, bugün yetişmez.” Sinirden kaşı gözü tık tık atıyordu şimdi. Kim bu hıyar, anlamında yanımdaki Ersin’e gözümle işaret edip sordum.

Kaportacı Kaycan Usta abi,” dedi. “Acayip film adamdır.

Yarın gel, bugün yetişmez. Yarın! Dediğim para. O parayı babana ver eşinin şeyine monte etsin ve diğer yakın akrabalarınla birlikte hepinizi vites koluna falan filan.

Bağırırken kıpkırmızı oldu. Neredeyse ağzı köpürecekti. Şimdi telefonu duvara çarpıp kıracak diye bekliyordum ama telefondaki ne dediyse Usta yumuşadı.

Tamam canım yarın, konuştuğumuz gibi. Tamam kardeşim, tamam oğlum. Kapat! Kapat ulan!

Birden parlamıştı gene. Israrla karşı tarafın kapatmasını istediğine göre telefonunun kapatma tuşu bozuk olmalı diye düşündüm. Belki de başka bir şeydi bu; sevgililerin önce sen kapat cilveleşmesi gibi bir şey. Bunca küfür kıyamet içinde belki de müşfik sevgi sözleri gizliydi fakat ben anlayamıyordum. Hani çocukluk arkadaşlarından oluşan bir grubun içine düşersiniz, ortada birtakım laflar dolanır, herkes de kakır kakır güler ama size bir şey ifade etmez, öyle kaşlarınız düğüm düğüm bakarsınız ya. Belki bu küfürler, önce sen kapat ısrarları o biçim laflardandı. Manası yabana kapalı, erbabına açık.

Nihayet karşı taraf kapatınca derin bir nefes verip telefonu cebine koydu Kaycan Usta. Bu ateşli diyalog onu yormuştu.

Ersin’e söyledim, Usta’yı yukarı çağırdı, çay istedik. Kaportacı Kaycan Usta şimdi karşımda oturmuş, kemik gözlüklerinin içinde sağa sola gidip gelen, birbirine yakın, çipil çipil gözleriyle beni süzüyordu.

Ali Rıza Bey müdürümüzdür,” diyerek takdim etti Ersin.

Hoş geldin Ustam,” dedim. “Hayırdır, kim kızdırdı seni?

Yoo müdürüm, kızmam ben.

Aşağıda telefonda biraz bağırıp çağırıyordun da.

Yok ya, bir arkadaş. Biraz onun bunun çocuğudur, önlü arkalı çalışır, gece de çift mesai yapar ama iyi çocuktur. Bana bir iş getirmişti de, onunla ilgili.

Kaycan abinin çayını tazele,” dedim Ersin’e. Susarken bile hafifçe aralık duran, halk dilinde -ki halkımın irfanına övgü olarak yazdığım bu öyküde bolca halk tabiri kullanmam doğal karşılanmalıdır- çemçük tabir edilen dudaklarıyla sıcak çayı otuz saniyede emip bardağı kurutmuştu.

Ee Ustam, işler güçler nasıl?

Hamdolsun, akmasa da damlıyor.

Ersin araya girdi. “Kaycan Usta, dükkanın önünde araba koyacak yer yok, bırak şimdi. Parayı balya yaptın.

Yok Ersin’im, keşke göründüğü gibi olsa.” Yalandan içini çekip bir yandan bıyık altından gülerek beni kontrol etti. “Ah abisi ah, gelirin kadar giderin oluyor. Hem millet şey çocuğu, dersin ki bu Karaköy umumhanesinin ihracat fazlası ürünlerini toplamışlar bizim sanayiye dökmüşler. Ne bileyim, havasından mı suyundan mı? Hazreti bilmem kimi getir bizim bu cenabet ovaya göm, deyyusu ekber olarak dirilir haşa. Yani müdürüm yanlış anlamayın da bizim bu sanayinin insanı köpeğin kaportaya siğdiği yerden mantar gibi kendi kendine biten garip bir mahluktur.

Estağfurullah,” dedim. Özeleştirinin tadını kaçırdığını düşündüğümü anlamıştı usta. İncelikle yaptı manevrasını.

Yok yani müdürüm, yanlış anlama, ben de buralıyım, manavım. Yerlisiyiz yani. Benim dediğim sanayi kesimi. Yoksa geri kalan milletimize her türlü kefilim, bizim adamımız düzgündür, adamın da hasıdır.

Düzgünü yamuğu ayırabiliyorsun yani,” diye yandan laf attı Ersin gene sırıtarak.

Kaycan Usta’yı cesaretlendirmek için bıyığımın ucu kalkacak kadar dudağımı kıvırdım.

Şimdi Ersin, abisi, işimiz kaporta olduğundan hamdolsun yamuğu düzgünü ayırırız. Böyle baktığım zaman şakülü mü kaymış, direklerinde podyelerinde oynama mı var, arkadan mı tıklatmışlar, yandan mı göçürtmüşler şıp diye anlarım. Ellenmişi, oynanmışı, boyalıyı, macunluyu başkasına ittirirler ama ben yutmam.

Sadece bakarak oluyor mu?” diye sordum.

Olmaz tabii müdürüm. Piyasada o kadar sanatkâr şey çocukları var ki benim bile ilk bakışta anlayamadığım fırıldaklıklar çevirirler. Kibariye’nin annesini çekiçler, macunlayıp boyarlar, mankenler kralı Engin Koç’a, bilirsin bu konuların eksperidir, Popçu Aleyna diye yuttururlar. Tabii ben bu işte bir cinsel yönelim çeşitliliği olduğunu anlarım, yani bir gaydırı gubbak cemilelik durumu var ama tam tespit edemem. Bu defa mecbur başlarım arabayı okşamaya çünkü gözün tıkandığı yerde el çalışır. Elimizin altından da çokça şeyler ve şunlar bunlar geçtiği için gözüm aldansa da elim aldanmaz. Okşaya okşaya arabayı çözerim, bana açılır, neredeyse konuşur da aha ustam şuramı çekiçlediler, babacığım bak buramı tıklattılar, şuramda da sök tak yaptılar, diye dile gelir, geçmişi kınalı araba.

Sen de sök tak yapıyor musun Usta?” diye sordu Ersin.

Elimden geldiği, belim döndüğü kadar piyasaya yeni mallar kazandırmaya gayret ediyorum Ersin’im. Küskümüz çalıştığı kadar biz de emek vereceğiz bu aleme.” Usta şimdi iyice şişinmiş, keyiften yanakları al al olmuştu. Çaycı Ali Abi’nin önüne bıraktığı yeni çayı alıp höpürdetmeye koyuldu.

Hep küsküyle mi çalışırsın Ustam?” Ersin bu halk insanını kendi lisanında konuşturuyordu. Ne kadar zengin bir coğrafyada yaşadığımızı düşündüm. Arkama yaslanıp bu bilgelik dolu sohbetin lezzetine bıraktım kendimi.

Ersin’im, abisi, her ustanın bir alametifarikası vardır. Normalde bizim sanatta küskü değil kalem kullanılır ama benim rahmetli ustam, bileği biraz kalın olduğundan beni küsküye alıştırdı. Bizim sanatta alet edevat çoktur. Dayama, doğrultma takımı, kama, hele de çekiç. Çekicin her türlüsü. Tırtıklı, düz balta, yan balta, bombe noktalı, çift ağızlı falan filan. Yani anlayacağın bizim sanatımızın evveliyatı vurmaya dayalıdır. Ama tabii dünya değişiyor, yeni teknikler çıkıyor, şimdi genç ustalar vurmaktan ziyade vakumlamayla, yani adeta sacı cork cork emerek çalışıyorlar. Boyasız göçük düzeltme. Ee tabii milletin sacı da ince şimdi, tıklamadan içeri göçüyor. Neyse, lafı uzattık, sonuç olarak senin de bildiğin gibi her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır müdürüm.

Sen daha çok vurmayla?

Aynen müdürüm, çekiçleme şeklinde.”

Peki,” dedim. Bu halk adamını bulmuşken biraz daha samimi bir soru sormaktan kendimi alamadım. “Sanatının özü nedir diye sorsam?

Çipil gözleri önce beni iki tur süzdü, alay edip etmediğimi anlamaya çalışıyordu. Sonra samimiyetime ikna oldu, ki yemin ederim öyleydim, nihayet cevap verdi. “Gönyeye getirmek derim.

Bir bakıma nizam-ı alem.

Hay ağzın bal yesin. Tam dediğin gibi. Alemde denge ve düzen.

Ee Ustam,” dedim. “Sadede gelelim, hangi rüzgar attı seni buraya?

Neşesi silindi, yüzü yine aşağıdaki gibi karıştı. Kaşları çatıldı ve birbirine yakın gözleri titremeye başladı.

Mert diye bir arkadaş var, sizin ekipten mi?

Değil. Onlar Haluk Bey’e bağlı.

Onunla ufak bir işim var da. Ben müsaadenizi isteyeyim Müdürüm,” diyerek kalktı.

Dur bakalım Ustam,” dedim. Hemen bırakamazdım bu güzel insanı. “Hele bir anlat, belki bir faydamız dokunur.

Siyah, suni deri misafir koltuğuna tekrar yerleşti. “Bir ufak alacak verecek işimiz var.

Doğrudan sordum. “Borç mu taktı sana?

Ikındı, sıkındı, bana güvenemiyordu hala. Yine Ersin girdi araya. “Doblo işi mi?

Başını salladı.

Doblo’nun parasını alamadın mı daha?

Yoo, alırım. Almasını biliriz her türlü de önemli olan kalp kırmadan iş yapabilmek.

Niye vermiyor ki paranı?” diye sordum. “Eksik iş mi yaptın? İyi çekiçleyemedin mi?”

Yok müdürüm. Fevkalade çekiçledim. Tam gönyeye oturttum ama bu sizin Mert, yanlış anlama da biraz konsolos çocuğu. Ulan sikilaççi, işi yaptırdın, parayı neden vermiyorsun?” Kafası titremeye başlamıştı.

O ne diyor peki?” diye sordum bu önemli meselenin detaylarına hakim görünen Ersin’e.

Usta beni kandırdı, diyor. Güya sen ona bu arabayı yirmi bine toplarsın, en az yirmi bin de kendin ekmek yersin demişsin. Ama Mert’in masrafı otuz beşe çıkmış, ona beş bin liralık ekmek kalmış.

Yalan mı söyledin Mert’e?” diye sordum rengi birkaç ton değişen Usta’ya.

Şimdi müdürüm, ticarette yalan illa ki olur. Yalan olmaz diyen yalan söyler. Ama vallahi ben ona yalan söylemedim.

Bu sofistike beyanı bir süre tefekkür ettim ve karmaşıklığından doğan entelektüel zenginliğin içinde serinledim.  

Allah Allah,” dedim başımı kaşıyarak. “Mert de hiç öyle bir çocuğa benzemiyor ama…

O kaça almış, kaça satmış ben bilemem. Ben ona tahmini bir rakam söyledim. Kendi alacağım beş bini bilirim ben, diğer işleri diğer ustalarla görüşecek. Para kazanmış kaybetmiş benim meselem değil.

Ben para kazanamadım, Kaycan Usta’dan keseceğim, maçası yiyorsa falan filan, diyormuş.” Ersin sobaya iki odun daha atmış arkasına yaslanmıştı.

Yoo,” dedim. “Böyle olmaz. Ustam, sen haklısın. Üretimden gelen gücünü kullan ve mücadelenden vazgeçme.

Ağzı burnu titreyerek fırladı koltuktan. Üzerindeki boya ve çiğ metal kokusunu odada bırakarak bir hışımla çıktı. Birkaç dakika sonra aşağıdan sesler geldi. Ersin’le bakıştık, kulak kabarttık. Pek bir bağırış çağırış olmadı, sonunda Usta’nın arabasının çalıştığını ve uzaklaştığını duydum.

Ne diyorsun Ersin, ne olur bu iş?

Usta parayı alır,” dedi. “Bir dahaki sefere kendi gelmez. Yanındaki Afganlardan birini yollar. Bacağına sıktırır gerekirse. Mert de parayı öder, öyle ya da böyle.

Adam haklı,” dedim. “Yalnız dikkatimi çekti, bayağı hikmetli sözler söyledi. Sanki şifreli bir dille bize daha derin bir alemden bir şeyler anlattı.

Valla öyle müdürüm. Biraz ağzı bozuktur ama on numara adamdır.

Belli canım. Sadece bilge bir kişilik değil, aynı zaman pamuk gibi bir yüreği var. Uzaktan adam gönderip dövdürmek yerine kendisi geldi, güzel bir diyalog yoluyla derdini anlattı. Bak ne kadar ince bir ders var bunda.

Aynen müdürüm, aynen.

Ersin biraz abarttığımı düşünüyordu, beni ezbere onaylamasında biraz çekiniklik hissetmiştim ama kendimi durdurmadım.

Aslında tam hikayesi yazılacak konu. Hakkını arayan şerefli bir emekçinin öyküsü. Biraz böyle, ne diyorlar, toplumcu gerçekçi gibi. Az kaldı Ersin’im. Emeklilik dilekçem çekmecede. Bir iki seneye yazlıkta bahçeye masayı atarım, Kaycan Usta’nın hikayesini güzelce yazarım.

Yaz müdürüm,” dedi Ersin. Sağ olsun pek sever beni gazlamayı. “Kalemin kuvvetlidir senin. Geçenlerde İstimlak Müdürlüğüne yazdığın cevabın çıktısını alıp duvara asmış aşağı bürodaki arkadaşlar.

Kafama yatıyordu. “Olabilir,” dedim. “Bir kaportacının öyküsü… Bayağı ilginç bir konu. Hem de bizden. O sıcacık duyguyu okura geçirmek isterdim. Hani böyle okuyan, işte be, bu topraklar, diyecek.” Babacan bir tokluk kattığım sesimle kendi kendime eko yaptım. “Bu topraklar… Bu topraklar…

Müdürüm valla şimdiden heyecanlandım. Kaycan Usta gerçekten de namuslu, örnek gösterilecek bir kaportacıdır. Siz de yalnız, bunu da belirteyim, ondaki cevheri keşfeden, bunu topluma mal eden bir bilge anlatıcısınız. Madem anlatılan şey bu toprakların hikayesi, o halde müsaade ederseniz sizi de Dede Korkut’a benzetmek isterim.”

Güldüm. “Estağfurullah. Dede Korkut kim, biz kim Ersin. Yine de teşekkür ederim.

Siz bu öyküyü yazın müdürüm,” dedi ve odadan sıvıştı Ersin.

Olabilir,” dedim kendi kendime. “Önemli bir konu. Kaycan Usta. Yalnız ağzı biraz bozuk herifin. Küfürleri yumuşatarak yazayım ki kimse incinmesin.” Kendimi bahçede, masamda demli bir çay, kağıtların üzerine eğilmiş görür gibi oldum. Destansı bir öyküydü bu. Kalp atışlarım hızlandı, hayal ettikçe heyecanlanıyordum. Artık tek başıma kaldığım için kendi kulağıma eğilip fısıldadım. “Bu topraklar… Bu topraklar…” Tekrar ettikçe önümdeki gizem perdesinin aralanmasını, ne zamandır farkında bile olmadan çılgınca ihtiyaç duyduğum anlı şanlı hakikatin makam odama dolmasını, belki ahmaklığa varan bir sabırla bekleyerek tekrar ettim. “Bu topraklar…

 

SELMAN DİNLER

Şüheda
EDİTÖR