Şüheda İrtegün: İlk sorudan başlayalım. Kimdir Esra Karadoğan?
Esra Karadoğan: Ben hem öğretmenlik yapan, hem okuyan hem de yazan biriyim. Öğretmeyi seviyorum, okumayı da hep sevdim hayatım boyunca. Yazardan çok yazan olmak önemli, bunu zamanla daha iyi anladım. Kitapsız yazarlar sözünün bu noktada önemli olduğunu düşünüyorum. Hayatım bu üç şey üzerine kurulu diyebilirim. Hani hem öğreteyim hem okuyayım ve öğreneyim hem de yazayım. Bunlar beni tanımlayan şeyler.
Yazma eğilimi sizin için ne ifade ediyor? Öykülerinizin yanı sıra akademik yazılarınız da var takip ettiğim kadarıyla. Sizin için hangisi daha keyifli?
Yazmak benim için kendini ifade etme biçimi. Sanırım ben çok fazla içime konuşan biriyim. Öykü yazmanın haricindeki kısım için söylüyorum; sadece konuşmak yetmiyor galiba. Yazmak benim için bir anlamda düşündüğüm şeyleri ifade etmek, doğal akışta ama kalıcı olmasını sağlamak. Bazen yazıyla bir şeyler öğreniyorsak yine yazıyla da bir şeyler öğretiyoruz. Bunu daha çok didaktik yazılar için söylüyorum. Kitap incelemeleri yazmamın sebebi; ben o kitaplar hakkında konuşmak istiyorum. Öykü yazmak ise oyun oynamak gibi biraz.
Belli bir yerde, öykü ya da yazdığımız şey bizi yönlendiriyor sanıyorum ki.
İşte oyun kısmı aslında orada devreye giriyor. Büyük laflar etmekten hoşlanmıyorum ama bazen çok güzel bir şey buluyoruz ama yok, öykü kendini zorluyor ve diyor ki hayır bu şekilde olmaz.
Evet. Eskiye nazaran iyi öyküye ulaşabilecek daha fazla mecra var artık. Biz de dijital yayıncılık yapıyoruz. Yazma eylemi kadar yayın evresi de mühim. Alıcısı da çoğaldı bir yandan. O yüzden bir öykünün yayım süreci hakkında konuşmak istiyorum biraz da. Sizin için nasıl ilerliyor? Öykünün sizden çıktıktan sonraki hikâyesi nedir?
Ben dijital platformları önemsiyorum. Bu büyük yayınevlerinin bile yaşadığı kâğıt sıkıntısı, bizi ister istemez dijital platforma daha çok yönlendirecek. Bir de şöyle bir izlenimim de var: Matbu basılması, yazan kişi için daha çok anlam taşıyor anladığım kadarıyla. Benim için de tabii ki elimde tutabildiğim yayın daha güzel geliyor. Kütüphanemde bir kısım var, daha önce çıkan yazılarım var orada. O kısma bakınca mutlu oluyorum. Ama bir yandan dijital platformlar da işimi çok kolaylaştırıyor. Daha çok okunma yönü var ve okur yorumu alabiliyoruz.
Kitap incelemelerinizin arasında çocuk kitapları da mevcut. Bu ilgiyi neye borçlusunuz? Çocuk edebiyatını diğer türlerden ayrı mı değerlendirmemiz gerekiyor?
Ben çocuğum olunca çocuk edebiyatıyla ilgilenmeye başladım. Çünkü o dönemde bir kitap hediye geldi ve kitap gerçekten çok kötüydü. Bu durum beni çocuk edebiyatını kazımaya itti. Bir de içindeki çocuğa dokunmak olayını ben çocuk edebiyatı ile yaptığıma inanıyorum. Çocuk kitabı okurken kendi çocukluğuma döndüm ve o çocuğa dokundum, o çocuğu da mutlu ettim. Hayatımın bir döneminde -sadece oğlum için değil ama- bana da iyi gelen bir okuma yolculuğu oldu çocuk edebiyatı.
Kesinlikle çocuk edebiyatına gereken kıymeti vermemiz gerekiyor. Bizim zamanımızda bu kadar çok çeşit yoktu. Çocuk edebiyatı olarak derste Ömer Seyfettin okurduk. Yani bir çocuk için büyük bir travma değil mi bu?
Bunu söyleyince bazen kızıyorlar bana ama evet. Ömer Seyfettin ve Kemalettin Tuğcu konusunda bazen takılıyorum; “Melankolik yönümü onlardan almışım kızmayın bana” diye.
Öykülerinizi okurken şunu fark ettim; içlerinde farklı dünyalar taşıyorlar. Yani kurgularınız bir düzlemde değil, bağımsız konular ekseninde ilerlemiş. Yazın dünyanız neyden besleniyor?
Ben feministim. İster istemez son dönemde yazdığım öyküler kadın hikâyesi oldu. Bazen erkek yazarlar bunu küçük görmek için söylüyorlar. Ama gerçekten kadın hikâyesi yazdım ve ben bunun küçük görülecek bir alan olduğunu düşünmüyorum. Öykülerim ben neyin etrafında dönüyorsam ondan besleniyorlar. Ben özellikle kadın karakter olsun diye planlamıyorum. Ama bunu görüyorum, bunu hissediyorum, bunu yaşıyorum. Gözlemlediklerim bazen öykümü ele geçiriyor. Bunda yapacak bir şey yok. Dünyayı seyrediyoruz ve bazı görüntüler içimizde daha çok yer ediniyor. Öykülerimde bundan ve okuduklarımdan besleniyorum.
“Reçel Kavanozu” öykünüzde bir gerçeklik var diyebilir miyiz? Diğer öykülerinizde bireysel ya da toplumsal temalar var ama bu öykünüz diğerlerinden biraz daha farklı. Var mı bunun bir sebebi?
O öyküyü ben iki sene önce yazmıştım. Daha erken diye düşündüğümden herhangi bir yere göndermedim öyküyü. “Masa” dergide iki öyküm yayınlandıktan sonra öykü yazmaya biraz ara verdim. Bir süre sonra eski öykülerime döndüm. İnsan yazdığını sever mi diyorlar ama ben seviyorum o öykümü. Karakterlerini, geçtiği sokakları seviyorum. İshak Edebiyat’a gönderdim. Bu öykünün yayınlanmasını istiyorum, dedim. Onlar da kabul ettiler. Başlarda toplumsal içerikli öyküler yazmaktan kaçınmıştım, istememiştim. Daha çok “Reçel Kavanozu” tarzında büyülü gerçeklikle ilgili bir şeyler yazma isteğim vardı. Zamanla bu durum değişti. “Reçel Kavanozu” eski bir hikâye olduğu için diğerlerinden farklı. Bu öykümün yeri bende de başkadır.
“Kötü zamanlarda insanlar hikâyeye sığınıyor olmalıydı.” diyor “Dünya Bu Kadar” öykünüzde bir cümle. Sizden izler taşıyor mu bu öyküler? Ya da “başkası yazmış olsaydı ancak bu kadar kendimi bulabilirdim” diye düşündüğünüz bir öykünüz oldu mu?
Hayır öyle bir şey olmadı. Öyle öyküleri özellikle yayınlamıyorum ama “Dünya Bu Kadar” öyküsünü yazdığım zaman yabancılara Türkçe öğretmenliği yapıyordum. Benim öğrencilerim ekonomik durumu çok iyi olan öğrencilerdi. Hiçbirinin öyküdeki gibi bir göçmenlik hikâyesi yoktu. Ama yaşadıkları her şey beni çok etkiliyordu. İster istemez algım da o duruma yöneliyordu. Ben daha çok duygusal açıdan aktarıyorum. Benden bir şey taşımıyor ama göç duygusu, evsizlik, bir yere sığınma ihtiyacı maalesef benim temalarımı oluşturuyor.
Hazır toplumsal konular demişken Ahududulu Pasta öyküsüne geçmek istiyorum, taşrayı anlatma biçiminiz Bana Yusuf Atılgan’ı hatırlattı. Yazarken beslendiğiniz bir kaynak oldu mu?
O dönem bir arkadaşım taşraya göç ediyordu. Aslında İstanbul’da yaşıyoruz ama taşra bize o kadar uzak mı bilmiyorum. Arkadaşımın gidiyor olması beni etkilemişti. Dolayısıyla öyle bir öykü çıktı. Hani çok da görerek yazmadım. Övünmek için söylemiyorum ama genelde iyi gözlemciyimdir.
“Ahududulu Turta” öyküsünden devam edecek olursak; o kadar sorunun yanında kadın karakter eğer ayrılırlarsa bu kadar eşyayı nasıl geri taşıyacağını düşünüyor. Bıçak gibi bir ayrıntı olmuş. Bir karakteri oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?
Kadın karakterleri kendimi o durumun içinde düşünerek oluşturuyorum daha çok. O eşyaların nasıl taşınacağı olayı gerçekten de yaşanan, gözlemlediğim bir durum. Aslında kadın da adam da devam etmeyen bir evliliği devam ettirmeye çalışıyorlar. Bir de o sırada ekonomik olarak zor durumda olduklarını düşünüyorlar. Başka bir şehirde devam edemeyen bir ilişkiyi yönetmeye çalışma gibi durumları var. O durumda ben olsaydım ne düşünürdüm, ne hissederdim dedim ben o öyküde açıkçası. Bir de boşanırken erkek ceketini alır gider ama kadın kalır her şeyle. Kadına o eşyalar bile bir geçmişi hatırlatır ama erkek tamamen o bağı koparır. Aslında ceketi alıp çıkmak bir yandan da eşyayla ve geçmişle bağı koparmaktır. Ama kadın bağını koparamıyor. Ruh tahlilleri konusunda biraz psikolojiye merakım da etkili oluyor galiba. Bir de ben insanları dinlemeyi severim. Sanırım onlar da etkili oluyor.
Bağlılık gibi soyut bir kavramı turta üzerinden vermişsiniz. Yani turta çok sevdiği bir şeyken birden gözüne kötü bir şeymiş gibi geliyor. Bu bilinçli kullandığınız bir metafor sanıyorum.
Evet.
Böyle metaforlara başka öykülerde rastladığımızda bu size ne hissettiriyor peki?
Örneğin ejderha metaforunu öfkeyi ya da insanın içindeki o acıyı anlatırken kullanmak; ateşle, su ile ilgili metaforlar kullanmak, kullanılması çok etkiliyor beni.
Ne güzel. “Deli” öyküsünün sonunda da karakter anksiyete sorunu yaşıyor sanırım. Okurken nefes egzersizi yapma ihtiyacı duymuştum.
O öykü benim bir daha okumadığım bir öykü. Benim de içimi sıkıyor.
Anlatıcı bebek diye bahsediyor arkadaşının çocuğundan, bu bilinçli bir tercih mi? Bir tür mesafe koyma refleksi mi?
Evet. Bebeği görmeye gidiyor aslında ama oradaki bebek o kadar uzak ki ona; ismini söylemek istemiyor, kucağına almak istemiyor.
Demişsiniz ki bir yerde reality şovlar için; kadınların hâkimiyet kurabildiği tek alandır. Erkekler burada barınamazdı, toplum kadına bu rollerde güveniyordu. Çok iyi bir tespit.
Sabah programları olarak kısıtlamıyorum ama reality şovlarda öyle bir şey var gerçekten. Hepsinde kadın sunucu oluyor, çünkü aile kadınla anlatılan, kadınla özdeşleştirilmiş bir konu.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine konuşmak istiyorum sizi yakalamışken.
Konuşalım. Erkek yazarlar da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini anlatabilirler ama anlatmaya değer görmüyorlar ya da yine toplumsal cinsiyetten dolayı odak noktaları farklı oluyor. O yüzden daha çok kadın yazarların, kadınların öykülerinde toplumsal cinsiyet eşitsizliği, o dengesizlikten oluşan sıkışmışlık var.
Öykülerinizde bir şeyler söyleyip geri çekiliyorsunuz. Yazınızda bir mesaj var ama dikte etmiyorsunuz. Bunu nasıl yakalayabiliyorsunuz?
Dikte etmemeye çalışıyorum. O dikte eden halden özellikle zaten çocuk edebiyatında uzaklaşmak gerekiyor. Yazdığım şeyden uzaklaşıp o şekilde bakmaya çalışıyorum. Tamam, mesaj olabilir ama hani bu mesaj böyle alın bu mesajı kullanın, öğrenin şeklinde olmaması lazım. Ben öğretmenliğimi de öyle yapmaya çalışıyorum.
Peki hep bir yazar olarak sordum biraz da okur yönünüze değinmek istiyorum. Sevdiğiniz yazarlar, şairler ve pek tabii sevdiğiniz kitapları da merak ediyorum.
İşte ben bu soruya gerçekten ne cevap vereceğini bilemeyen bir okurum çünkü dönem dönem değişiyor. Sürekli değişmesinden dolayı eskiden sevdiğim yazarı sevmediğim de olabiliyor. Bir de bu soruya işte böyle klasik yazarların eserlerini söylemek de pek hoşuma gitmiyor. Ama şiir denince benim aklıma Rilke geliyor ve bayağı hayranım kendisine. Son dönemde okuduklarımdan devam edeyim. Bizim “Okuyan Güzel Kitap Kulübü”müz var. Biz orada sadece kadın yazar okuma kararı almıştık. Annie Ernaux “Seneler” en sevdiklerimdendir. Ben Lerner’ın karakterlerine, kurgusuna sinir oluyorum ama kitaplarını seviyorum. “Atocha’dan Ayrılış” benim için önemli bir kitaptır. Elena Ferrante’yi çok severim. Öykü olarak Adam Johnson’dan bahsetmek isterim, “George Orwell Arkadaşımdı” çok sevdiğim bir öykü kitabıdır. Son olarak Lauren Groff’un Florida isimli öykü kitabı, keşke ben yazsaydım dediğim kitaplardan biridir.
Teşekkür ederiz. Son olarak cins sorulardan soralım. Tüm insanların uymak zorunda olacağı bir kural koysaydınız bu kural ne olurdu?
Yaya geçidinde yol vermek.
Hangi sanat eserinin sizin elinizden çıkmış olmasını dilerdiniz?
Davut Heykeli’ni yapmak isterdim. O kadar yetenekli olmak, çok etkileyici.
Cevaplarınız için çok teşekkür ederiz. Renk kattınız. Bu platform okuduğumuz yazarlara eserleri için teşekkür etme fırsatı sunuyor. Size de ayrıca teşekkür ederim güzel öyküleriniz için.