. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

Bir Adım Daha

EVŞEN YILDIZ - 07 HAZİRAN 2022

Bu sabah, omzumda ağır bir yükle çıktım evden. Apartman kapısını açınca hanımeli kokusu okşadı geçti. Kaç gündür evden çıkmadığımı düşündüm bir an, sadece iki gün. Bu iki günde hayat baştan aşağı yıkanıp temizlenmiş gibi. Bir dalda büyük bir gürültü koparıyor kuşlar, baktım, sadece üç serçeymiş. Güneş gözümü alınca anladım, gelmek isteyen bir bahar var, ona gözlerimi kapayan bendim.

Uğur benimle gelmeyi gerçekten istiyordu. Kabul etseydim binerdik arabaya, hiç konuşmadan, motorun gürültüsünü dinleyerek… Yok, ben dayanamaz yine havadan sudan konuşurdum. Rahat görünmeye çalışırdım. Günlerdir rahat görünmeye çalışmaktan çok yoruldum. Ne olurdu sanki çok korkuyorum diyebilseydim ona. Zaten farkında, beni çok iyi tanıyor. “Ya sonuçlar kötü çıkarsa…” deyip ağlasaydım sevdiğim adamın omzunda. Kendimi teselli için kurduğum cümleleri Uğur’un benim için kurmasına izin verseydim. Şimdi böyle yüklü bulut gibi olmazdım, dalda üç serçe görüyorum, gözlerim doluyor.

Hastaneye gitmenin en kolay yolu metro olduğu için hiç düşünmeden istasyona gittim. İstasyonun kalabalığını görünce küçük bir pişmanlık anı yaşadım. Neyse ki hemen bir metro geldi. İstasyonda bekleyen herkesle birlikte ben de önümde açılan kapıdan girdim. Sonda kalan birileri daha binebilsin diye “Bir adım daha atar mısınız?” diye sordular. Herkes gibi ben de sıkışmaya çalıştım, bir yandan da “Yer olsa, seve seve” diye mırıldandım. Öyle ya, yer olsa bir adım daha atmakta ne var? Zaman olsa bir kitap daha okumakta, bir film daha seyretmekte, Uğur’la bir kelime daha konuşmakta, hatta bir kavga daha etmekte… Bunları düşünmemek için ilgimi başka yere yönlendirmek istedim. Trenin her yerine yerleştirdikleri ekranlara baktım kısa bir süre, ekranda dönenin ne olduğunu anlamadan. Sonra gözlerimi kapamayı tercih ettim. Normalde seyretmeyi sevdiğim insan halleri bile kanıma dokunuyor bugün. Dönüşte taksiye binmeye karar verdim.

Ne çok şey kanıma dokunuyor bugünlerde. Göğsümde acımasız bir sertliğin varlığını hissetmemle başladı her şey; hastalık ihtimali, hastanelerin soğukluğu, sonuçları beklerken geçmeyen zaman… derken iyice yük oldum kendime. Yapmam gerekenleri yapıyorum, aksayan bir şey yok düzende; ama hayattan keyif almayan, kimseye de keyif vermeyen bir makine gibi. Bundan daha iyi bir benzetme yapabilirsin dedim kendime ve aklıma köpürmeyen sabunlar geldi. Çocukluğumda, muhtemelen ucuz olduğu için alınan, temizleyen, kokusu güzel ama köpürmeyen sabunlar vardı evimizde. Suyun altında ovalar dururdum, elime bir kayganlık bulaşır ama sabun köpürmezdi. Kolay kolay da küçülmezdi. Artık iyice küçülüp avucumuzun içinde kaybolacak hale gelince annem onları camın önüne koyar kuruturdu, dikiş dikerken kumaşlara kokulu ve temiz yollar çizmek için. Beni lavabonun başında uğraştırdıkları günlerde kızdığım sabunlar onlar değilmiş gibi barışırdım küçülmüş halleriyle.

Kendimi köpürmeyen sabunlara benzettiğimi duysa, geçen sene gittiğim yaratıcı yazarlık dersindeki “büyük üstat” ne derdi acaba? “Bir daha kendinizi köpürmeyen sabunlara benzetmeyeceksiniz, yasaklıyorum.” Hemen not alırdık biz de. Bir öykümde evleri mantarlara benzetmiştim, sebebini anlamamış ve hiç beğenmemişti. “Şirinleri hiç mi izlemedin be adam!” deseydim keşke.

Bunları düşünürken ineceğim istasyona vardım. Şimdi işlek bir caddenin kenarındaki daracık kaldırımda bir süre yürümem gerekiyor ve cadde, etrafını saran yüksek ve çirkin binalarıyla yüzüme sıcak ve pis kokulu tokatlar atıyor. Az önce çocukluğumun sabunlarını ve annemi hatırlamışken hafif hafif esen lavanta kokusunu tekrar yakalamaya çalışıyorum ama boşuna.

Annemin öldüğünü duyduklarında yüzlerinde şaşkınlık ve acıma hissini gördüğüm arkadaşlarım karşısında dünyada annesi ölmüş tek çocuk benmişim gibi hissettiğim anlar oldu. Şu yaşımda kendime çocuk deyişime ne demeli peki? İnsanın ölmüş de olsa annesinden bahsetmesi bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlatıyor belki de.

Şimdi aynı arkadaşlarım dünyada kanser olmuş tek kişi benmişim gibi bakarlar mı yüzüme?

Aklımdan kovmaya çalıştığım düşünceler yine hücum etmeye başlayınca kafamı kaldırıp göğe bakmaya çalıştım. Ama çirkin, çok katlı binalar kesti bakışımı. Büyük üstat haklıydı galiba, bu evlerin mantara benzer bir yanı yoktu işte.

Sonunda hastane binasına ulaştığımda düşünmemeye çalıştıklarımla girdiğim savaş yüzünden yorgundum. Hastanenin serinliği sadece bir an için ferahlattı içimi. O an geçince uğultuyu duydum ve kaygılarını gizlemeye çalışmayan yüzler gördüm. Burada biz bizeydik nasılsa, şu son dakikalarda ben de onlar gibi tüm ihtimallerle barışmaya karar verdim.  İşlemleri tamamlayıp sıra numaramın gelmesini beklerken artık mimiklerimi ve düşüncelerimi kontrol etmeyi bırakmıştım. Sıram geldi ve içeri girdim.

Doktorun odasından çıkıp kendimi tuvalete zor attım. İnsanların içinde ağlamaktan oldum olası hoşlanmam. Çünkü hep yanlış anlarlar, gelip teselli etmeye çalışırlar. “Merak etmeyin, ben iyi haber aldım, sadece çok gergindim o yüzden sinirlerim boşaldı…” Ben bunları söyleyene kadar kaç kişi acır halime, kim bilir. Tuvalette içim iyice boşalana kadar ağladım, günlerdir yuttuğum ne varsa. Bir yandan da kızdım kendime, neden hep ters tepkiler veriyordum, günlerdir az az ağlayıp rahatlasaydım ya… Yüzümü yıkayıp kendime gelince ilk iş Uğur’a mesaj attım, esprili, rahat bir dille sonucun temiz olduğunu söyledim. Sonunda göz kırpmayı, gülümsemeyi unutmadım.

Hastaneden çıktığımda bahar gelmişti. Sabahtan beri var olandan daha gerçekçi, daha cıvıltılı bir bahar. Günlerdir gözüme çarpıp da ertelediğim güzellikler birdenbire beynime üşüşmüş gibi, eziliyordum dünyanın güzelliği karşısında. Yine aynı binalara baktım, belki şimdi mantarlara benzetebilirdim. Aslında bu benzetmeyi yapan sınıftaki bir başka öğrenciydi, hatırladım. Ben “Yağmurlu bir havada gökyüzü nasıl cilalanır öğreniyordum annemin sesiyle.” cümlesini yazmıştım ve gökyüzünün cilalanmasını saçma bulan üstat burun kıvırmıştı. Sabah evden çıktığım göğe bak, bir de şimdikine; kim demiş güzel bir haber gökyüzünü cilalamaz diye.

O anda aklıma çok eğlenceli bir fikir geldi: üstadın yasakladığı bütün kelimeleri ve beğenmediği bütün benzetmeleri bir öykünün içine doldurup ona ithafen bir öykü yazmak. Adı da onun en sevdiği kelime olurdu: İroni! Yolda yalnız yürüyen biri olarak gülmeme engel olmaya çalıştım ama nafile. Yüzümdeki sırıtış, günlerdir kontrol ettiğim mimiklerimin intikamını alırcasına hakimiyeti ele geçirmişti.

Metro istasyonuna gelmiştim, gelirken taksiye binmeyi düşündüğümü hatırlayıp saçma buldum. Sıkış tepiş de olsa insanların türlü hallerini görüp işiteceğim bir yolculuğu yeğledim yine. Taksiye vereceğim parayla pasta alırdım hem, Uğur’un en sevdiğinden, frambuazlı. Uğur pastayı görünce bir kez daha emin olurdu günlerdir kaygılanmıyormuş gibi davranırken aslında rol yaptığımdan. Olsun. Şimdiden sonra, şu kaygılı bekleyiş anılardan bir anı. Bir gün bir öyküme ilham olacak belki.

Metro yine çok kalabalıktı ve yine bekleyen herkesle birlikte bindim. İçerisi havasız, gergin yüzler görüyorum çoklukla. Tam kapı kapanacakken biri daha binmek istedi, “Bir adım daha atar mısınız?” diye seslendi. “Seve seve” diye mırıldandım, bir adım daha atabilmenin mutluluğunu iliklerimde duyumsayarak.

 

EVŞEN YILDIZ

Şüheda
EDİTÖR