. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

Beş Bin Sekiz Yüz Seksen Bir

ŞÜHEDA İRTEGÜN - 27 ARALIK 2021

Bu, uzun zamandır başıma gelmeyen bir şey. Beni az çok tanıdınız, genelde ne yapacağımı bilemem. Ama bu öyle bir bilememek ki tüm bilememekleri üst üste koysan iki katı eder. Bu hastane koridoru içimi bağbozumuna bıraktı.

Tamam, ben de hemen yaz gelsin demiyorum ama onun buraya benden önce düşmesi biraz canımı sıktı. Koridorlarla aram iyi değildir hele bu koridorun deseni felaket. İnsanlar neden geçecekleri yollara önem vermezler anlayamıyorum fakat bir şekilde içeri girmem gerekiyor. Bu konuyu daha sonra tartışacağız sevgili içim.

     Güvenlik görevlisi abi tereddütlü adımlarımı ve içimdeki savaşı fark etmiş olacak ki; “Buyurun yardımcı olabilir miyim?” diye sorarak savaşa bir ateşkes antlaşması uzattı. Bunu söylemek benim için pek kolay değil güzel abim. Ayrıca öyle kibar kibar gülümseyerek yardımcı olamazsın bana. Arkadaşım lan içerideki benim. Gencecik çocuktan ne istediniz be! Ama tatsızlık çıkmasın diye, hanımefendi kimliğimden ödün de vermemek adına; “Ozan Keskin’in arkadaşıyım, görmem mümkün mü acaba?” diye sorarak ateşkese olumlu yanıt verdim. Bu olgun davranışım karşısında etkilenmiş olacak ki; sadece birinci dereceden akrabalarının görmesine izin verildiği halde onu on dakika görmeme müsaade etti.

     Oda numarasını öğrendim; 5881. Koridorda ilerlemeye başladım. Etrafta dingin bir sessizlik var. Psikiyatr servisini hep Murat Kekilli’nin meşhur klibindeki gibi hayal etmiştim. Burada bağırıp kendini yerden yere atan adamlar yok, kendimi bu yüzden biraz aykırı hissedecektim ki aradığım kapıyı buldum. Derin bir nefes alıp birkaç kere tıklattım. Ses gelmedi. “Ozan, orada mısın? Bak giriyorum içeri” diye tehditkâr bir nida ile açtım kapıyı.

     E kimse yoktu burada. “Yine mi yanlış geldim rabbim?” derken Ozan girdi içeri nefes nefese. Meğer geldiğimi görünce koşuvermiş odaya. Onu sarsıp sıkı sıkı sarılmamak ve bağıra bağıra ağlamamak için dilimi ısırdım. Bu kadarı benim zihnime de ağır geliyordu zira. Ruhum da katıldı bana, hatta o hastane koridoruna kendini teslim etmemek için nasıl bir savaş verdiğine bizzat şahidim. Ruhuma da dilini ısırmasını tavsiye ettim. “Şimdi değil sevgili içim, sabret.” dedim. Sanırım bunu sesli söylemiş olacağım ki Ozan’ın delici bakışlarıyla karşı karşıya geldim; “Keşke gelmeseydin, sen gelince çok üzülüyorum.” dedi buna karşılık olarak. Ruhuma nasıl bir çivi çaktığını bilerek dedi bunu üstelik. Buradan çıkınca ona bunları ödeteceğim. Dilimi ısırdım.

     Odaya girdik. Yatağının ayakucuna kitaplarını dizmiş. Birkaç kutu meyve suyu ve bir de küçük kapta yoğurttan başka bir şey yok masada. Ayırmamış burada da kitaplarını yanından. İnci gibi dizdiği kitapları, içime inci inci aktı ama bir şey hissettirmemeye çalıştım. Çok saçma. Onun burada olması çok saçma. Bir sabah kalktı ve hastaneye yatacağını söyledi. İçine kapanmalar, ani ruh hali değişikliği, yemeden içmeden kesilme ve hoş geldin canım depresyon! Burası mı tedavi edecek onu? Çok saçma. İnsan zihnine oyun oynayan bir muhtevası var buranın, yani benim de aklım başımda olsa, durmaz kaçardı inanın bana.

     Sonra hastane anılarını anlatmaya başladı: Çekingen bir ufaklık varmış ilk geldiğinde, adı Alican. Kimseyle konuşamıyormuş. Bizimki gitmiş, ne yaptıysa ne dediyse arkadaş olmuş onunla. Sonra her gün Albay Nusret Amca’nın yanına gidip asker selamı veriyormuş. Nusret Paşam diyormuş ona. İyilik meleği diye tabir ettiği bir Aysel Abla’sı var. Hastalığını “iyi insan olmak” diye tanımlıyor. Karşı odasında da bağlaması olan bir Nevzat abisi varmış, onunla her akşam “Zeynebim” türküsünü söylüyorlarmış.

     Sonra durdu ve gülümsedi. “Bir de bizim Mecnun Abi var” dedi. Tuncay’a -Tuncay, Ozan’ın oda arkadaşı ama bu çok başka bir hikâye, bunu size daha sonra anlatacağım- dönüp güldü. Mecnun Abi hiç konuşmuyormuş. Ağzından tek kelime çıkmamış şimdiye kadar. Adını bilmediği için ona Mecnun demiş çünkü “çok sevmek” hastalığına sahipmiş. Her gün gidip konuşuyormuş onunla ama nafileymiş.

     Beni tek tek tanıştırmak istedi ama buna vaktimiz yoktu. Birlikte üzüldüğümüz şeyler listesine bunu da ekledik. Tabii vaktimizin sınırlı olması akreple yelkovanı bir hayli eğlendirmiş olacak ki koştur koştur döndüler sayıların etrafında. Bir baktık ki veda etmemizi söylüyorlar, sayılara bu yüzden biraz kırgınım. Bu sırada hemşire odaya Prozac takdimi için girdi. Donuk yüzlü kadına döndüm. “Daha ona anlatmam gereken şeyler var hemşire hanım bir şeyler yapamaz mıyız? Bu küçücük ilaç mı unutturacak ona her şeyi? Bakın ne güzel sevmiş Aysel Abla’yı. Bir arkadaşı varmış, taburcu olurken ona saatini bırakmış. Sonra Alican. Alican’ı bu koridorların neşesi haline getirmiş. Daha kimlere kimlere şifa olmuş. Bakın bu adam benim arkadaşım, onu burada böyle nasıl bırakırım? Hemşire hanım ne olur bir şeyler yapın. Hem sonra dersleri var. Dört kere gelmezse kalır derslerinden. Bu zamana kadar kalmadı ki hiç. Bu küçücük ilaç mı fayda ediyor ona yani?” İçimdeki çırpınışı bir tek Tuncay fark etti. Güven veren bir eda ile göz kırptı. Bu: “Her şey güzel olacak, sen merak etme.”demekti. Daha tanışalı yarım saat olmamıştı ama anlamıştım. Kapıya yöneldim. Ben giderken Ozan oralı olmadı. Ozan’a son kez bakamadım. Dilimi ısırdım.

     Bana kapıya kadar Tuncay eşlik etti, ben de ona veda ettim. Güzel alışverişti. Kendimi dışarıya attım. Evet, kelimenin tam manasıyla attım. Asansörü kullanmadım, üçer beşer indim merdivenleri. Dışarıda gereksiz bir hava vardı. Üçer beşer küfür ettim havaya. Kalabalığın içinde kaybolmak istedim, kaybolamadım. Mutlu insanlar beni absorbe etsin istedim, etmediler. Fizik kurallarını çöpe atmak istedim, atamadım. Ozan’a “bunlar hep geçecek” demek istedim, diyemedim. Oysa Mecnun Abi’nin konuşacağına bile inanmıştım oracıkta. Bari bunu yapabilmiştim. Yine de ellerim bomboştu, onları da ceplerime soktum. Ellerimdeki boşluk bana ağırlık yapıyor. Ozan’ın kalbinin böyle güzel olması bana ağırlık yapıyor. Sokakta bir sürü saçmalık varken onu orada bırakmak bana ağırlık yapıyor. Ama bu öyle bir ağırlık ki dünyadaki tüm ağırlıkları üst üste koysan iki katı eder. Dilim yara içinde kaldı. Buna alışmam lazımdı. Ama bir boşluğa nasıl alışılır sevgili içim?

      Öyle çok yürümüşüm ki kendi koridoruma varmışım, merdivene yönelip son basamağının kenarına tünediğimde fark ettim. “Ozan olsa şimdi ne yapardı acaba?” dedim içimden. Ne yapacak? “Tara zülüflerin bir yana bırak/Zeynep’e gidemem yollar pek ırak” diye başlardı hemen türkü söylemeye. Çünkü Ozan geçtiği yollara önem verir. Çünkü Ozan için yolların uzak olması bir engel değildir. Çünkü Ozan Zeynep’i çok güzel sevmiştir. Zeynep de o çiçeklerle döşenmiş koridoru çiğnerken arkasına bile bakmadı. Ah ulan! O koridorun içinde böyle güzel Ozanları harcayan vefasız Zeynep’lerin hepsini ateşe verebilmek isterdim, veremedim.

     Bana da, ellerimdeki boşluğun ağırlığı ile yola devam etmek kalmıştı. Çünkü bazı hikâyeler bittiğinde ardında kalan yıkıntıyı toparlamak için ya da size bu hikâyeyi anlatabilmek için birkaç Şühedâ da lazım olabiliyordu. Birileri canım Şühedâ’ların savaşını da yazsa fena olmazdı. Kendi koridorumda mahsur kaldım yine iyi mi? Kendi koridorumun yoklama kâğıdında Ozan’ın isminin karşısındaki imza kutusunun boş olması içimi ezdi. Bu boşluğa nasıl alışılır sevgili içim?

 

ŞÜHEDA İRTEGÜN

Şüheda
EDİTÖR