Denetlemeye geldiğim müdür öğle yemeğinden sonra haber yollamış. Bir yakını ölmüş, cenazesine katılacakmış. İri yarı şoförü ellerini kavuşturmuş masamın önünde dikiliyordu.
“Yarın sabah kahvaltıyı beraber göl kenarında yaparız, sonra icap ederse makama geçeriz, diyor müdürüm.”
Canım sıkıldı doğal olarak. Ankara’ya dönüşümü bir gün geciktiren bu haberi getiren adama elimde olmadan kötü kötü baktım. Parlak gri takım elbisesi içinde saygılı ama dimdik duruyordu herif. Esmer yüzünde hemen fark edilen, sarıya çalan ela gözleri vardı. Yaşını kestirmek güçtü. Aynı sigara lekeli kara bıyıklar, önlerden seyrelmiş yana taralı saçlarla otuz yaşından elli yaşına kadar değişmeden yaşamını sürdürebiliyordu bunlar.
Kocaman, eklem yerleri kızarmış ve şiş ellerine kaydı gözüm yine. Dikdörtgen siyah taşlı bir şövalye yüzüğü parlıyordu parmağında.
“Ne saçmalık!” diye çıkıştım. “Son dakikada mı söylenir bu böyle? Bakkal dükkanı işletmiyoruz burada, devlet işi yapıyoruz, devlet!”
Beni böylesine çileden çıkaran şey, sadece Ankara’daki evime bir gün daha geç dönmek değildi aslında; karşımda kapıyı kapatacak şekilde duran geniş omuzlu, kalın kemikli adam da sinirimi bozuyordu.
“Otur bakalım,” dedim.
Şoförün dayanıklı yük hayvanı gövdesi, bırakın benimki gibi küçük patlamaları, sağlam sövgülere ve hatta sille tokat dayaklara bile dayanacak gibi kıpırtısızdı. Öylece duruyordu. Elleri önünde, iri, hüzünlü gözleri yerde.
“Müdürüm kusura bakmasın, dedi. Yarın mükellef bir kahvaltıyla telafi edeceğim bu gecikmeyi, dedi. Tarihe meraklıdır müfettiş bey, onu yeni kazı alanına götür diye emretti bana.”
Sesi de iri iriydi adamın. Kürtçeden bulaşan gırtlak hışırtılarıyla kirli, kalın bir ses.
Düğün türkücüsü ceketinin düğmesini çözdü, iç cebinden bir broşür çıkarırken yanda, beline sokuşturduğu bir tabancanın gümüş kabzası kısa bir an ışıldadı. Kuşe kağıda basılmış broşürü masama bıraktı, eski yerine, eski duruşuna döndü şoför.
Broşürle kasten ilgilenmeden döner koltukta geriye attım kendimi. Daireyi arayıp akşamki uçağı yarına ertelettim.
“Otur,” dedim tekrar. “Otur bakalım.”
Hala ayakta duruyordu.
“Adın ne?”
“Süleyman efendim.”
“Otur Süleyman.”
Ağır hareketlerle, direne direne oturdu ama bir kere oturunca da günlerdir o misafir koltuğuna çökmüş gibi kaskatı yerleşti yerine. Kimse onu oradan artık kaldıramaz gibiydi. Koca elleriyle kolçakları sıkı sıkı kavramıştı.
Beni geren bu adamdan uzaklaşmak için broşürü karıştırmaya başladım. Urartu medeniyetine ait olduğu düşünülen bazı buluntular keşfedilmişti. Daha doğrusu, jandarma kaçak kazı yapan bazı şahıslarla ilgili ihbar alınca, bir kazı yeri ele geçirilmiş, kaymakam ve aynı zamanda kayyum belediye başkanı olan ön sayfadaki bıyıklı, kravatlı delikanlı da kazıyı sürdürmek zorunda kalmış, bunu da ileride kariyerine katkı yapması için bu broşür vasıtasıyla duyuruyordu. Arka sayfadaki fotoğraflarda yukarıdan çekilmiş kazı alanı ve altında Kuşkayası yazan koca bir kuş kabartması vardı. Pörtlek gözlü, çatık kaşlı, ürkütücü bir baykuş.
En arkada da bir lahit fotoğrafı. Değişik bir şeydi, gerçekten de tarihe meraklı olduğum için pek çok lahit görmüştüm daha önce ama böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordum. Deri kaplaması büyük oranda soyulmuş, altındaki kararmış metal göçüklerle, çiziklerle bozulmuş, tabuttan büyükçe, bir uzun kutu. Altında küvet tipi lahit, yazıyordu.
“Müfettiş beyi Kuşkaya’ya götür şeklinde talimat verdi müdürüm.”
Böyle emrivakilerden hoşlanmam normalde. Broşürü masaya fırlattım. Bir süre düşünür gibi yaptım ama sonunda kalkıp paltomu giydim. Broşürü de aldım. Şoför Süleyman koltuğu bedeninin yükünden azat etti ve uzun adımlarıyla önüme düştü.
Siyah Audi’nin sağ arka koltuğuna yerleştikten sonra kapımı örttü. Araba hızla öne atılınca deri koltukta geriye kaydım. Ne var ki bu fedai kılıklı adama daha yavaş sürmesini söyleyecek cesaretimi yukarıda, bana tahsis edilen odada bırakmıştım.
Bu virane doğu şehrinin sıvasız evler ve insanın içini karartan dükkanlarla dolu çarpık sokaklarından, önüne çıkacakları ezmekten korkmayan bir hızla akıp gitti Audi. Yer yer bulutlu, soğuk bir kış günüydü. Saat erken olmasına rağmen güneş, bir an önce batmak ister gibi aceleyle aşağı iniyordu. Çok geçmeden şehirden çıktık. Çorak, taşlık araziler biçimsiz kentten daha güzel değildi. Kar gelip bu damar damar yarılmış fakir toprakları örtene kadar da güzelleşmeyecekti buralar.
“Kar ne zaman yağar?” diye laf attım Süleyman’a, aramızdaki buzları biraz eritmek için.
“Eli kulağındadır efendim. Şimdiye yağması lazımdı aslında.”
Kendi kendime söylenir gibi konuştum. “Yağması lazımdı ama yağmadı. Benim de işimi bitirip dönmem lazımdı ama dönemedim. Burada her şey gecikiyor.”
Göl kenarından gidiyorduk şimdi. Barakaya benzeyen, kendilerinden büyük tabelalarıyla insanın gözüne eziyet eden kahvaltıcılar sıralanmıştı yol boyu. Süleyman birini işaret etti. “Müdürüm yarın sizi burada ağırlayacak. Kendi ailesinin mekanıdır. Meşhurdur kahvaltısı.”
“Neyi meşhur tam olarak?”
Dikiz aynasında buluştu bakışlarımız. “Biz beğeniyoruz efendim.”
“İyi de, neyini beğeniyorsunuz?”
Bir süre bıyıklarının ucunu gevdi, artık cevap vermeyeceğini düşünmeye başlamışken konuştu. “Her şeyi güzel valla. Balı mesela, müdürümün dayısı üretiyor. Keşiş yaylamız var, iki bin beş yüz rakımda. İstanbul’a, Almanya’ya bile kargoyla gönderiyoruz. Şifalı bir baldır.”
Adama bak, diye geçirdim içimden. Kendi restoranından kuruma fiş kestiriyor, Ankara’dan gönderdiğimiz misafir ağırlama bütçesini buraya akıtıyor belli ki. Bir de utanmadan, hakaret eder gibi, kendisini denetlemeye gelmiş müfettişi kendi mekanında ağırlayacak. Zaten her şeyi usulsüz pezevengin. Ankara’ya döneyim de iyi bir rapor döşeneyim şuna. Soruşturmayı yerse kendine gelir. İçimden bir ses uzatma diye beni ikaz etse de dilimi tutamıyordum.
“Demek her geleni burada yedirip içiriyorsunuz. Koca şehirde başka mekan yok mu yani?”
Cevap vermeden önce arabayı daha da hızlandırdı ve vites değiştirdi.
“Müdürümün uygun gördüğü şekilde yapıyoruz.” Artık dikiz aynasından bana bakmıyordu Süleyman.
Başım ağrımaya başlamıştı. Şakaklarımı sıktım. Camdan dışarı verdim dikkatimi. Bu çorak bölgede yeterince beslenemedikleri için olacak, ufacık kalmış martılar soğuğa aldırış etmeden gölün üzerinde dönüyor, kırık beyaz dalgaların ucundan bir şeyler koparır gibi dalıp çıkıyorlardı. Arabanın içindeki sessizlik beni geriyordu.
“Ee Süleyman,” diye sordum. “Kimin cenazesine gitti müdürün?”
“Aile büyüklerinden efendim. Büyük halası. Zülfükan aşiretindendir müdürüm.” Sonra sesini düşürerek ekledi. “Biz de öyleyiz.”
“Aynı aşiret ha! Akrabasınız demek. Ne güzel. Eş, dost, akraba, hep beraber çalışmak ne hoş!”
Kıvırıp durduğum elimdeki broşüre döndüm. Kuşkayası. Büyük gözleri zalim bir kayıtsızlıkla bakan, sivri gagalı taş baykuş. Arkada da küvet tipi lahit. Bir zamanlar bu çirkin topraklarda böyle eserler üretmiş bir uygarlığın yaşamış olması inanılır gibi değildi.
“Sen gördün mü bu lahiti?” Dikiz aynasından bana doğrulttuğu gözleri için broşürü kaldırdım. “Küvet tipi lahit?”
“Yok efendim.”
“Garip şey, ben de ilk kez göreceğim. Hatta görmeyi bırak, daha önce böyle bir şeyi duymamıştım bile. Kim uydurmuş bu ismi acaba, küvet tipi? Küvete de benzetemedim. Küvete yatıp bileklerini kesenler için mi acaba? Filmlerde falan olur ya, otel odasında küvete uzanırsın… Hiç aklına geliyor mu böyle şeyler? Hı, Süleyman?”
“Yok efendim. Günahtır.”
“Bence de,” dedim. “Hem küveti nereden bulup gireceğiz? Sizin kurumun misafirhanesinde küvet yok. Müdürün lüks bir otel de ayarlamadı ki… Hahaha!” Kendi kendime güldüm. “Bu harcırahlarla küvete nasıl girelim de aklımıza kötü düşünceler gelsin.”
Hala göl kenarından, uçarcasına, boşluğa doğru gidiyorduk.
“Bir küvette bileklerimi kesseydim eğer, kendimi küvet tipi bir lahitle gömülmeye layık görürdüm. Bazı şeyleri hak etmesi lazım insanın.”
Biraz dalmışım, kendime geldiğimde dağın yamacından yukarı çıkıyorduk. Göl aşağılarda küçülüyordu. Virajlarda sağa sola eğile eğile beş on dakika daha gittik. Ani bir frenle durdu araba.
“Kuşkayası.”
Camdan bakınca kayanın üzerinde, broşürdeki baykuş kabartmasını tanıdım. Oturduğum yerden baktım biraz. “Güzelmiş,” dedim. Fotoğraftan bu kadar büyük olduğu anlaşılmıyordu. Hatlarını yüzyılların rüzgar ve yağışı silikleştirmiş olsa da, etkileyici bir işçiliği vardı. Pençeler kayadan fırlayıp dışarı çıkacak gibiydi. Başımı eğip kuşun gözlerine bakmaya çalıştım ancak Audi’nin siyah cam filmleri yüzünden çok net seçemiyordum yukarıları.
“Güzel, evet. Lahit nerede? Küvet tipi lahit?” Ama Süleyman cevap vermediği gibi kıpırdamıyordu da. Sadece parmağıyla baykuşu işaret etti ve bana dışarı çık der gibi bir el hareketi yaptı. Afalladım. Yanlış anladım herhalde, diye düşünmeye çalıştım. Böyle bir hadsizlik yapmış olamazdı. Fakat hayretten büyümüş gözlerime doğru tekrar salladı elini ve dışarıyı işaret etti. Ağzım kurudu birden, zar zor yutkunarak görmezden gelmeye çalıştım bu terbiyesizliği. Dışarı çıksam iyi olacaktı.
Kapıyı açmamla rüzgar içeri buz gibi hücum etti. Ne işim vardı burada? Birden arabadan inmek çok da iyi bir fikir gibi gelmemeye başladı. Ben böyle tek ayağım dışarıda düşünürken Süleyman son durak, der gibi tekrarladı: “Kuşkayası!”
İstemeye istemeye itaat ettim. Kravatımın ucunu kaldırıp burnuma çarpan rüzgarı yarıp geçerek çıkabildim. Kapı kendiliğinden sertçe kapandı. Ben kendime gelmeye çalışırken Süleyman camı indirmiş, sigara yakmıştı bir tane. Benden yana bakmıyordu. Bu baykuşu görmek için getirilmiştim demek. Buna mecburdum. Gözlerimi yaşartan rüzgardan kaçabilmek için paltomun yakalarını kaldırdım, kayalığa doğru başımı eğerek yürüdüm. İnce, sert gövdeleri rüzgarla boğuşmaktan çarpılmış birkaç meşenin yanından geçtim.
Baykuşa yandan vuran kış güneşi, pençelerinin uçlarında kan lekesi gibi parlıyordu buradan bakınca. İnsana yaşama sevinci veren bir görüntü değildi doğrusu. Bunalınca arkamı döndüm, kayaya iyice sığınıp aşağıdaki göle çevirdim bakışlarımı. Ancak göl de bana sıcak bir manzara sunmuyordu. Uzaktaki adanın kara lekesi sayılmazsa, dövülmüş bir bakır levhaya benziyordu koca su. İşte bu bakır kalkana hücum edecek gibi bakıyordu dev baykuş. Savaşçı bir kralı falan simgeliyordu belki de.
O sırada, rüzgarın uğultusunun içine karışmış tiz bir çığlık duyar gibi oldum. Kulak kesilsem de devamı gelmedi. Herhalde sinirden rüzgarın sesini benzettim diye kendimi avutmaya çalışırken rüzgar kesildi ve çığlığı, bu kez daha net, bir kez daha duydum. Telaşla arkamı döndüm, sağa sola baktım. Kesinlikle hayal gücümün bir oyunu değildi bu, çünkü sadece çığlığı duymakla kalmamış, onun arkamdaki kayalıklardan yankılanmasını da duymuştum.
Ben böyle korku ve telaşla dört dönerken Süleyman hala direksiyonun arkasında sigara içmeye devam ediyordu. Katı yüzü ifadesizdi. Çığlığı duymuşsa da bunu umursamadığı belliydi. Derken bir kez daha, artık şüpheye yer bırakmayacak, Süleyman’ın da dikkatini çekecek kadar yüksek bir çığlık sesiyle yerimden sıçradım.
Süleyman sigarasını camdan dışarı attı, arabadan indi. İlerideki meşe ağacına bakıyordu. O zaman fark ettim çığlığın kaynağını. Boz renkli, koca kafalı, iri bir baykuştu bu. Uzaktan bile fark edilen, parlak sarı gözleri vardı. Bu hipnotize edici bakışlara doğru yürüdüm. Süleyman da aşağıdan geliyordu.
Yirmi adım kadar yaklaşınca baykuş, bir hışımla çevirdi başını, uzun tüyleri boynundan sırtına doğru dalgalandı. Çatık kaşlarının altından, delice bir sertlikle bakan sarı gözleri kocamandı. Gözlerinin etkisinden kurtulabildiğim zaman şimdi yanımda duran Süleyman’a döndüm. Ona da bir haller olmuştu. Sanki baykuşa benzemişti. Ela gözleri büyüyüp daha da sararmış, iri elleri daha da kocamanlaşarak birer pençeye benzemişti.
Ceketinin önünü açtı, ağır hareketlerle elini beline götürdü.
Tekrar, bu kez kulaklarımı çınlatacak bir şiddetle çığlık attı baykuş ve gürültüyle havalandı.
Görkemli kanatları gri kış göğünü döve döve uzaklaştı.
Süleyman’la baş başa kalmıştık artık.