. k e r e s t e

d e r g i

Makale

Eylemsiz Dünya: Krizler Sarmalı ve Praksisin İflası

MUSTAFA ÖZDEMİR - 16 MAYIS 2022

Bu bir paradoks: İletişim ve ulaşım ağları ile küreselleştirilmiş bir dünyada her bir gelişmeden haberdarız fakat savaş ve işgaller karşısında işe yarar eylemlerden uzağız. Yerküre üzerinde bu kadar çok söz sahibi olduğumuz bir zaman dilimi olmadı buna karşın çok-uluslu kapital tüketim iştahı kendi ekolojik kıyametimizi hazırlarken sessiz bir şekilde izlemekle meşgulüz. Dünyanın azınlığının dünyanın çoğunluğunu sömürdüğüne dair istatistiksel veriler her geçen gün büyürken elimiz kolumuz bağlı oturuyoruz ya da sınırları önceden çizilmiş olan eylemsizlik kulvarında dönüp dolaşıyoruz.  
 

Bu yazı bir iddiada bulunuyor ve bu iddianın altındaki nedenleri sorgulama işine girişiyor: İçerisine doğduğumuz yirmi birinci yüzyılda önceki yüzyıllara nazaran daha çaresiziz. Kendi elimizle inşa ettiğimiz “kötülüğün egemenliği” (!) karşısında krizler sarmalında dolanırken “dünyamızı iyileştirme” konusunda yetersiz ve sahici olmayan çözümlerle meşgulüz. Toplumsal eylemler ya da küresel çapta yükselen hak talepleri oldukça düşük ya da var olanlar etki sahibi değiller gerçek sorunlara ciddi çözümler üretmek konusunda.  Bireysel olarak her birimiz kendi kafeslerimize çekilmiş, konfor alanlarımıza teslim olmuş bir durumda dijital platformlardan açtığımız “hashtag”ler aracılığıyla tepkilerimizi dile getiriyor ve çözüm bekliyoruz.

TEMELLER: EYLEMSİZLİĞİN YAPITAŞLARI

Peki, buraya nasıl geldik? Neden her geçen gün daha da büyüyen sorunlar karşısında “etkili” bir eylemde bulunamıyoruz? Demokratik kurumlarımız, sivil toplum kuruluşlarımız, medya kanallarımız ve dijital dünyamız elimizin altındayken niçin yükselen savaş çığlıklarına, artan mülteci sayılarına, tarumar edilen tabiata, her geçen gün yoksullaşan nüfuslara karşı hissizleşiyor ve yüzleşmekten kaçınıyoruz? Kolektif ve bireysel eylem irademizi (praksis) ne zaman yitirdik?

Eylemsizlik Uzlamının Kurulumu: Kozmolojik İdrakin Çatlaması

Eylemlerimiz dünyayı algılama/yorumlama tarzımız ile yakından ilişkilidir. Hayat karşısında takındığımız tavırlarda varlığın kendisine ilişkin ördüğümüz anlam ağlarımız önemli referans noktasıdır.  Dolayısıyla eylemsizlik uzlamının oluşmasında evren tahayyüllerimizin geçirmiş olduğu dönüşümün büyük etki sahibi olduğu söylenebilir. Tarihsel süreçte gerçekleşen ve birbirinden bağımsız olmayan iki büyük dönüşüm ise bu konuda önem sahibidir.

Fizik ve fizikötesinin iç içe geçtiği ve birlikte var olduğu zamanlarda (yani dünyanın büyüsü bozulmadan önceleri) doğa ve toplum ayrılmaz bir bütünlük arz etmekteydi. Kendilerini kuşatan doğa karşısında acziyet duyan insan; ritüeller, ayinler, törenler aracılığıyla fiziki ve beşeri alan ile olan ilişkisini düzenlemekteydi. Fizik ve fizikötesinin perçinlenmiş bir yapıda olduğu bu kozmolojik idrakin çatlamasından sonra (ki buna modernite demekteyiz) artık fiziki ve beşeri dünya birbirinden ayrı algılanacaktı. Tabiatın sırlarını çözmeye ilişkin her girişim ise onun sınırlarını görme ve onu aşkınlıktan sıyırma yolunda kilometre taşı olacaktır. Bu, tabiatın özne formundan nesne formuna dönüşümüdür. Bütüncül gerçekliği oluşturan bu kozmolojinin çatlamasının ardından eylemlerin etki alanı daralmış, aşkınlıktan sıyrılmanın sunmuş olduğu perspektifte parçalanmış dünya üzerinde karmaşık/kuşatıcı bir eylem göstermek imkânsızlaşmıştır. 

Fiziki idrakin bu çatlamasının bir izdüşümü beşeri idrakte de yaşanacaktır. Refahın artması ile yükselen yaşam standartları, kentleşmenin sunduğu parçalanmış yeni sosyal yapı, endüstri çağında üretimin tüketimi çoktan aştığı süreçte reklam/pazarlama ile gelen atomize bireyselleşme beşeri idrakin bir dönüşümüdür. Beşeri kozmoloji yekpare bir toplum/ulus boyutundan sıyırılarak birey merkezli bir kozmolojiye evirilmiştir. Artık herkesin yalnız bir başına yaşam sürdüğü sosyal yapıda topluluk bağları kopmuş, yalnızlık herkes için kader olmuş, depresyon bir pandemi halinde yayılmıştır. Fikirden ziyade hazzın merkeze alındığı bu kültürel yaşamda özgürlük propagandası ile bencil eğilimler güçlendirilerek her bir birey toplumdan ve toplumsal değerlerden soyutlanmaktadır. Bu nedenle bireyin kendi dışarısındaki dünyaya yönelik eylem gösterme iradesi oldukça zayıflamış, etki alanı daralmıştır.

Merkez Paradigmaların Savaşı: Ahlaki Olan, Bilimsel Olan ve Politik Olan

Her bir çağ, kendi merkez paradigmasını inşa ederek varlığı bu paradigma üzerinden anlamlandırmaya çalışır. Bu paradigmalar hem çağın ruhuna hükmedecek hem de bireysel eylemlerin referans noktası olacaktır. Her bir paradigmanın diğeri ile savaşarak kazandığı bu alan değişiminde insanlığın/kişilerin varlıkla kurduğu ilişkiye yeni bir boyut kazandırarak yeni bir çerçeve sunacağından bu açılımların neticesinde tüm bir çağ baştan aşağıya değişecektir. Paradigma merkezini oluşturan yapı teolojik ya da fizikötesi bir alan olabileceği gibi (din, mistisizm, vb.) seküler ve ideolojik bir alan da olabilir. Tüm bir varlık ve her türlü faaliyet alanı kendisini paradigma üzerinden meşrulaştıracaktır.

Denilebilir ki insanoğlunun tarihi macerası aslında bu merkez paradigma değişimlerinin öyküsüdür. Son birkaç yüzyıldır paradigmaların hızlı bir şekilde değişim geçirdiğini gözlemlemekteyiz. İnsanlık macerasının uzun bir döneminin kaderini tayin eden fizikötesi/teolojik merkez, ahlaki bir paradigma ikame ederek kendi devirlerini bu ölçüde tayin etmiştir. Dinlerin büyük oranda hükmettiği çağlarda ahlaki paradigma dünyaya yön vermektedir. Elbette bu devirlerde ölümlerin, savaşların, zulümlerin dünya üzerinde mevcut olmadığını söylemek isabetli olmayacaktır. Ancak ilke ve değerlerin kolektif bilinçaltında yaşatıldığı, devletlerin adalet, sosyal yapının ise ahlak üzerinde yükseldiği asırlarda bireyler eylemlerinde ahlaki paradigmaları gözetmek mecburiyetindedirler.  Bu nedenle “ahlaklı insan” ideali en üst mertebedir.

Fizikötesi olanın önce daraltılması ardından yok sayılması/inkâr edilmesi üzerine yeni paradigmatik açılımlar gerçekleşecektir. Bu yeni paradigma kendisini ve varlıkla kurduğu ilişkisini “bilimsel” bir yaklaşım ile inşa etme çabasındadır. Kendisini hükümran bir özne, karşısındaki tüm varlığı/maddeyi ise itaatkâr nesne pozisyonuna indirgeyen paradigmanın merkezinde vahiyle bağını kopartmış akıl vardır. Artık eylemler, ritüeller, felsefeler bilimsel bir zeminde meşruiyet arayışındadırlar. Bilimsel paradigmanın kendi çağına hükmettiği bu devirde “bilim insanı” sosyal hiyerarşide en üst kimsedir, en hürmet sahibidir. 

Her ne kadar bilimsel paradigmanın tam olarak terk edildiği söylenemezse de yaşadığımız çağ siyasal bir çağdır. Merkezileşmiş ulus-devletlerin tekniğin sağlamış olduğu imkânlar dâhilinde yaşamın her bir anına hükmetmeye çalıştığı bu çağda tüm eylemler, stratejiler ve söylemler politik bir düzlemde yükselmektedirler. Giyilen kıyafetlerden, saç ve sakal şekillerinden günlük dilde tercih edilen kelimelere değin artık her bir varlık politik bir anlam içermektedir. Her şeyin siyasetten nasibini aldığı, politikanın yaşamın tüm taşlarını değiştirebilecek kudrete eriştiği devirde siyaset “kader” haline gelmiş, geriye apolitik hiçbir form bırakılmamış, çağın kahramanları “politik figürler” olmuştur.

Siyasal ya da politik olanın merkez paradigmaya oturduğu çağda kutuplaşma kaçınılmazdır. Zira siyaset kendi gücünü dost-düşman kavramsallaştırmalarından türetmektedir. Bu karşıtlık formülü yaşamın tüm alanlarını politize etmiş; nötr hiçbir etik, ekonomik, insancıl değer bırakmayarak nötrlük imha edilmiş; hayatın içerisinde dost-düşman karşıtlığından kaçış imkansızlaştırılmıştır. Her şeyin siyasalın egemenliğinde olduğu günümüzde bireysel alanlardan uluslararası alana kadar her bir eylem, etik değerler üzerinde değil politik değerler üzerinde kendisini gösterecektir. Bu durum ise dünyamızın ve insanlığımızın her geçen gün büyüyen sorunları karşısında -politik karar mekanizmalarının gündelik kaygıları nedeniyle- uzun, kapsayıcı ve ciddi stratejilerin hayata geçirilmesinin önünde bir engeldir. Örneğin mültecilik gibi insani bir mesele karşısında dahi takınılan tavır etik bir eylem olmaktan uzak politik bir eylem olacaktır. Demokratik kurumlar, sivil toplum kuruluşları, küresel örgütlenmeler artık çözüm üretir olmaktan uzaktır.

Konformizmin Laneti: Ertelenmiş Zamanlar ve Hareketsizliğin Felsefesi

Niçin uçuruma doğru sürüklenen dünyamızın sorunları karşısında bireyler, kitleler ve devletler olarak hareketsiz ya da etkili bir eylem ortaya koymada zayıf kaldığımıza yönelik soruşturmada dış kabuklardan (kozmolojik idrak ve merkez paradigmalar) iç kabuklara doğru ilerlerken işin bilişsel boyutuna değinmek yerinde olacaktır. Önceki dönüşümlerden tamamen bağımsız olmamakla birlikte bu aşamada önemli bir etkenin söz konusu olduğu söylenebilir: hakikatin yitirilmesi/tekbiçimleşmesi sonucu doğan kayıtsızlık hali ve ertelenmiş zamanların getirmiş olduğu hareketsizlik psikolojisi.

Modernliğin yalnızca akılla ulaşılabilir olan tek bir hakikatin mevcut olduğu iddiasına karşın postmodernlik hakikati öznelleştirerek algıya indirgeyecek ve kolektif bir hakikat iddiasını ortadan kaldıracaktır. Artık hiçbir şeyin anlamı yoktur,  açıklık ve netlik ortadan kaybolmuştur ve tüm yorumlamalar eşit derecede geçerlidir. Tüm yorumların eşit derecede geçerli olduğu bir düzlemde ise hiçbir yorum özel ilgi gerektirmeyecektir ve sonsuz yorumlamalar karşısında insan dünyaya karşı kayıtsız kalacaktır. Böylelikle hakikat fikrinin ortadan kalktığı/öznelleştiği çağa artık kayıtsızlık hali hâkim olmuştur. Bu durumunda ise herhangi bir eylem ortaya koymanın önemi kalmamıştır.

Kayıtsızlık halinin bizi ulaştıracağı yer “ertelenmiş zamanlar”dır. Hem statükoyu korumak adına hem de belirsiz bir gelecek için bekledikleri uğruna insan, içerisinde bulunduğu an’a yönelik eylem ortaya koyma iradesini ortadan kaldıracaktır. Belirsizliği beklemek hareketsizliğe neden olacaktır ki bu da ertelenmiş zamanların felsefesidir. Bu, herkesin her şeyden haberdar olduğu, fakat gerçekte “kılını dahi kıpırdatmadığı” bununla birlikte vicdanını temize çıkarmak amacıyla dayanışma içindeymiş gibi görünerek sahte eylemlerin peşinde koştuğu zaman dilimleridir. Hareketsizliği tercih eden insan kendisini kandırmak ve “mış gibi görünmek” için bir şeyler ortaya koyuyor imajını vermekten de çekinmeyecektir.

Kolektif Eylemin Yükselen Mecrası: Dijital Yeni Dünya

Tüm bu süreçlerin sonunda varılan nokta: kamusal alanın/insanın çöküşüdür. Ancak dijital dünya yeni bir kamusal alan olarak yükselişe geçmiştir. Önceleri kitlelerin sokak ve meydanlarda ortaya koyduğu kolektif irade artık dijital medya üzerinden kendisini göstermektedir. Dijital yeni dünyada kendisini gösteren kolektif irade bazı noktalarda karar mercilerine baskı gücü oluşturarak müdahale edebilmektedir ve dijital yeni dünyaya ilişkin yatırımların her geçen gün artıyor olmasının neticesinde etki alanını giderek genişleteceği de söz konusudur.

Ancak bununla birlikte dijital dünyanın bilişim ağları ile oluşturulmuş bir mecra olduğu ve bu alanda kitlelere yönelik manipülasyonların, algı yönetimlerinin hat safhada olduğu aşikârdır. Bu durum ise kolektif iradenin özgür bir şekilde ortaya çıkmasına yönelik tehdit oluşturmaktadır. Hem devletlerin hem dijital dünyanın patronlarının ellerindeki bu kudret, kamusal iradenin eylemlerine yönelik bir risk olmaktan çıkartılmalıdır.    

ODAK: EYLEMİNİ YİTİRMİŞ BİR DÜNYADA İNSAN

Toplumsal Kuşatma Altında Vicdan

Teknolojinin ve dijitalleşmenin hayatımızı aşırı derecede hızlandırdığı, veri bombardımanına maruz bırakıldığımız günlük yaşantılarımızda düşünmemize müsaade edilmemektedir. Düşünmek, okumak, öğrenmek hayatımızda aktif bir eylem olmaktan çıkarak, genellikle seyahat ederken gerçekleştirebildiğimiz pasif eylemlere dönüşmüş durumdadır. (O kadar ki; kitapları dahi artık okuyamaz, yalnızca dinleyebilir pozisyondayızdır.) Tüm bu enformatik yığılmanın karşısında ortaya çıkan netice ise mevcut krizlere yönelik hissizleşmedir. Üstelik şiddetin medya araçları ile bu derece gözlerimizin önünde gerçekleşmesi, şiddeti normalleştirmektedir. Her gün milyonlarca kez yaşanılan şiddet olaylarından haberdar olduğumuz, dijital mecralarda “oyunlaştırdığımız”, filmlerde yaşandığında heyecanlandığımız bir dünyada şiddet, sıradanlaşarak gündelik hayatın bir parçası olmuştur.

Hayatın kendisine dair etkili düşünme metotlarımızı yitirdiğimiz bu noktada bilinçli kötü eylemin bilinçsiz iyinin hareketsizliğine üstün gelmesi olağandır. Arendt, kötülüğün sadist niyetli insanlardan ziyade var olan akıntıya kapılarak ne yaptığının bilincinde olmayan/olamayan insanlar tarafından sıradan yollarla gerçekleştirildiğini ileri sürmektedir. Her hangi bir eylem ortaya koyma iradesi karşısında sosyal yaşamdan dışlanma korkusu ile insanların pek çoğunun eylemsizliği tercih ettiği de bu bağlamda eklenebilir.

Perçinlenen Krizler ve Çaresiz Stratejiler

Elbette gezegenimizin ve beşeriyetimizin sorunları karşısında hiçbir şey yapılmadığını, çeşitli stratejiler geliştirilmediğini söylemek doğru olmayacaktır. Alternatif enerji kaynaklarına yönelme, veganlık, vejetaryenlik ya da minimalizm vb. tarzı akımlar bir nevi günümüz kapitalist yaşam tarzlarına ilişkin bir tepki olarak yükselişe geçmiştir. Bireysel yaşamlarımızda değişiklikler gerçekleştirerek çözüm arayışında olan bu tarz akımlar köklü bir çözüm sunma noktasında zayıftırlar. Bu nedenle her geçen gün içerisinden çıkılamayacak bir hal alan, perçinlenen krizler sarmalından kurtulmak için çaresiz stratejiler değil, etkin ve köklü mücadele yöntemlerinin arayışında olunmalıdır. 

ÇAĞRI: EYLEMSİZLİĞİN REDDİ

Bugün artık en korkunç savaşların barış adına, en feci tahakkümlerin özgürlük adına ve en dehşet verici gayrı insani tutumların insanlık adına yapıldığını biliyoruz. Unutulmamalıdır ki; karşısında ölümden/yok olmaktan başka bir alternatif bırakılmamış bir hayat, artık hayat değildir, olsa olsa kudretsizlik/çaresizlik olabilir. Bugün gözlerimizi yerküre üzerinde gezdirdiğimiz vakit durumun ne kadar farklı olduğu söylenebilir.

Evet, insanlık tarihi boyunca insanoğlu daima çeşitli krizler ile mücadele edegelmiştir. Ancak bu sorunların hiçbiri bu derece yıkıcı değildi dolayısıyla içerisinde bulunduğumuz bu çağı farklı kılan budur. Teknolojinin sağladığı imkânlar dâhilinde sahip olduğumuz yıkımın dehşeti, her geçen gün yükselen nüfusların daima tüketim odaklı kapitalist yaşam tarzları, okyanusların üzerinde hızla yayılan plastik çöp adaları vb. tüm gelişmeler bir an önce harekete geçilmesi gerektiğini bizlere hatırlatmalıdır. Zira yirmi birinci yüzyılın insanları olarak tüketim toplumunun en ileri/son veçhesinde ikamet etmekteyiz.

Bu gerçek ise tüketim toplumunun çocukları olarak bizlerin aynı zamanda onun yıkımıyla yüzleşmek zorunda kalacak olanlar olma ihtimaline de işaret etmektedir. Çünkü maddenin umurunda değilizdir. Yani birbirimize ve gezegenimize yönelik yönelteceğimiz şiddet, yalnızca insanoğlu olarak bizlerin sonunu getirecektir. Tabiat bizlerin tüm yıkımına rağmen bizlerden sonra da var olmaya devam edecektir.  Ancak bu varoluş, canlılar için yaşam koşullarının ortadan kalkmış olduğu bir varoluş olabilir.  Tüm bu krizler sarmalında etkin çözümler ortaya koyacak eylem irademizi (praksis) göstermek kendi yarınlarımızı karanlıktan aydınlığa çıkarmak için elzemdir. 

 

MUSTAFA ÖZDEMİR

Şüheda
EDİTÖR