. k e r e s t e

d e r g i

Öykü

HER ŞEYİN BAŞLANGIÇ NOKTASI

Şuheda İrtegün

 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                Mazlum'a...

                                                                                                                                                                          

 

    - Efendim? Evet. Beykoz Karakolu mu? Tamam. Geliyorum.

 

Hayatımın başlangıç noktasından itibaren, geçen yirmi üç yılın üçüncü günündeydim. Kaldırım taşlarının çizgisine basmadan, emeklemeden öğrendiğim ve bundan dolayı hayatımın bir döneminde madalya alacağımı düşündüğüm faaliyeti –yürümeyi-  ellerimi sağa sola savurarak gerçekleştiriyordum. Elimde, kolumla birlikte savrulan sigara paketinden, kaç kere bu son deyip arkasından binlerce kez içtiğim herhangi bir dal sigara çıkarıp dudağımın mevziine yerleştirdim. Sadece yaşlı bir teyze ve pazar poşetlerinin bulunduğu durağa oturup yaktım sigaramı “sigara içilmez” diyen panonun önünde. İç sesim, bulunduğum konumdan dolayı illegal olan dumanı gökyüzüne yolladığım sırada iç organlarıma “Bir kuş olup gökyüzünde uçamadın sen, nehir oldun ırmak oldun taşamadın sen” dizeleriyle canlı müzik yapıyordu. Kalbim dışında hiçbir seyirci bu sese tepki vermedi. Bu faaliyetten bî-haber olan ayaklarımın havada sallandığını gördüm ama onun konserle bir ilgisi yoktu. Çocukluğumdan süregelen ayağımın tabanını oturduğum yüksekten yere değdirme çabam; çocuk olmayışımın aklıma gelmesiyle tuz-buz oldu. Bu da tıpkı balıklarla sadece onları yemek üzerine kurduğum ilişkim gibi hayal kırıklığıydı. Balıkçıların malzeme artıklarından bulduğum parça misinaları birleştirerek balık tutmaya niyetlenmiştim bir zamanlar. Babam da bana bir olta aldı.

 

Babam; benim babam. Ruhumun ortasında bırakılmış binlerce şüpheli paketin nedeni. Her görenin bomba imha ekibiyle işbirliği içinde patlattığı paketlerin içinden çıkan kimliğin sahibi.

Hüsrana komşu olan ve diktatörlükle yönetilen bir ülkenin hem sözde cumhurbaşkanı hem de tek vatandaşıyım. Bütün zulmüm kendime.

 

Her şeyin başlangıç noktası ve bitmeyen bir acısı vardı. Beni ele veren bu söz değil ama bu; suçluluğumu ayan beyan itiraf edip ellerime kelepçe, ayaklarıma pranga taktıracak kadar doğru bir ifadeydi. İfadenin sahibi annemdi. Beni doğuran, beni büyüten, ilkokulda yaka cebimdeki mendile kadar ütüleyen, kirpiklerinin uçlarından öptüğüm kadın. Canım kadın. Annem sadece bunları yapmadı. Aynı zamanda yüreğinin güzel kuşlarını nasihatlerle gönlüme uçurdu. Bazen manevi ve genetik var oluşumda annemin tek kişilik dev emeği var diye düşünmüyor değilim. Çünkü babam olacak zatın babam olması şiire çaydan çok kahveyi yakıştıranların zihin akışı kadar saçmaydı. Babamla olan süreksiz, istikrarsız, bol sevgisiz ve diplomasi kokan ilişkimiz; dünyaya gelmemle başlayıp onu reddetmekle son bulmuştu. O bir kuklası olduğunu düşünüp o kuklaya “oğlum” diyordu. Ben ise çoğu insan gibi kutsal olan baba kelimesini sadece devlet dairelerinde resmi işlemler sırasında onun adını sorduklarında kullanıyordum. Bunu ise çok vicdanlı olduğumdan değil, bursum kesilmesin diye yapıyordum.

 

 Ayaklarımı yere değdiği yerden kaldırdım. Yapılış amacı insanları konserve yapıp öyle taşımak olan motorlu araca adım attım. Cebimdeki üç tane paradan iki tanesini şoföre uzattığım sırada aklıma parayı bulan Lidyalılar geldi. Buldukları nesnenin dünya üzerinde akan kana sebep olduğunu görselerdi vicdan azabından ölürler miydi? Üniversitede zorunlu olan hazırlık sınıfını muafiyet sınavıyla geçtiğini düşündüğüm kadının “next station Paşabahçe” anonsuyla arkaya doğru yürüdüm ve ayakta duran topluluğa imzasız bir şekilde katıldım. Ben ineceğim durağı hatırlamaya çalışıyordum. Yanımda ayakta gazete okuma mecburiyeti hisseden memur tipli amcanın ise otobüsün fren yapmasıyla birlikte ayaklarının temas ettiği yere, şimdi başı dâhil vücudunun arka kısımları da temas ediyordu. Otobüs fren yapmadan önce elinde tuttuğu gazeteler şu an tüm vücudunu kapatıyordu. Tıpkı; adamın üzerinde bulunan gazetelerin üçüncü sayfasında annemin cansız bedeninin üstüne atılan gazeteler gibi. Benim bir gün önce gördüğüm görüntünün ritüeli canlanmıştı. Adamcağız düştüğü yerden söylene söylene kalktı. Annemin ölü bedeninin de bulunduğu sayfaları buruşturarak topladı ve koltuk altına sıkıştırdı. Düştükten sonra tutmadığına pişman olduğu demiri bu sefer sıkıca tuttu. Ben ise gözümü adamdan alıp az önce bıraktığım yerden devam ettim nerede ineceğimi düşünmeye.

 

“Next station Beykoz.”

İndim binilmesi zor olan araçtan. Güneşin gökyüzüne en çok yakıştığı saatti. Beykoz meydandan karakola çıkan yokuşa doğru yürümeye başladım. Böğrümdeki sızıyı engellemek için bir sigara yaktım. Arşınlayıp bitirdim karakola giden yolu. İçeri girdim:

 

   - İyi günler. Ben Adnan Ünlü. Bugün beni aradınız.

Komiser:

   - İyi günler Adnan Bey bugün Beykoz sırtlarında bir ceset bulduk. Üzerinde bulunan telefonda “Oğlum” diye kayıtlı olduğunuz için sizi aradık. Üzgünüz. Babanız biri tarafından yirmi üç yerinden bıçaklanarak öldürülmüş. Bu haberi size telefonda verm…

 

   - Hahahah!

 

Gülüyordum. Çocukluğumda babamın benden aldığı bütün kahkahaların bedelini bir araya getirerek bir anda, hem de ayaklarımı yere vura vura gülüyordum. Bu tepkimi gören polis kaldığı yerden devam etmeyerek:

 

   - “Biliyorum. Acılısınız. Sinirleriniz bozuldu. Metanetli olun. En kısa zamanda zanlıyı bulacağımıza şüpheniz olmasın.” deyip sırtımı sıvazladı.

Kızgın bir şekilde:

 

   - Annemin katilini bulduğunuz gibi mi bulacaksınız?

Diye haykırdım ve devam ettim:

   - Gerek yok buna. Size katili teslim edeceğim. Onu tanıyorum. Anlatacağım.

 

Amir şaşkınlıkla az önce sırtımı sıvazlamak için kalktığı sandalyesine oturdu.

 

   - Evet tanıyorum. O: gökyüzünü, şarkıları ve kitaplarını eşit derecede seven ve sabah güneşle beraber uyanıp, köpeklere selam vererek bahçe kapısından çıkan, ilkokulda babasının aldığı silgiyi, yine babası yanlış yaptığını anlamasın diye yanlış yaptıklarını silmeyip sayfaları koparan, yeni baştan yazan bir adamdı. Silgisi yerine kendini tüketen bir adam. O yirmi üç yaşının ilk gününde annesinin katiline sırf doğum gününü mahvetmesin diye rakı parası verip onu dışarıya yollayan bir adamdı. O; annesinin “Oğlum geç oldu, Tahsin gelmedi. Git bir bak bakalım sahile” deyişini umursamayıp “Sızmıştır bir yerde.” diyen ama annesinin gecenin bir yarısında Tahsin’i aramaya çıkıp bir daha eve gelemeyeceğini düşünemeyen bir salak. O annesinin katilinin katili olan bir adam. O adam benim memur bey. Telefonuna “Oğlum” diye kaydettiği adam onun oğlu değil zanlısı. Babamı ben öldürdüm.

 

Komiser dehşetler içinde kalmış olduğu yerden kalkarak elini kelepçeden önce Malbora paketine uzattı. Bir sigara yakıp bana verdi. Tam olarak adalet buydu işte. Sigara.

Ben suçunu ilk defa itiraf etmiş bir katil olarak içmeye başlayınca iç organlarıma verdiğim konser devam etti:

 

     “Çocuk oldun sokaklarda oynamadın sen,

      Doğdun da büyüdün ama yaşamadın sen”

 

     

Şüheda
EDİTÖR