. k e r e s t e

d e r g i

Kitapsız Yazar

Kitapsız Yazarlar (1): Hüseyin Kılıç

Tarık: Nasılsınız, iyi misiniz?


Hüseyin Kılıç: İyi çok şükür, sen nasılsın?


Çok şükür ben de iyiyim, teşekkür ederim. Kısaca niyetimizden bahsedeyim. Hem o sırada da bağlanmayan, katılamayan arkadaşlar sohbete katılmış olur.

Rocky 3 filminde bir sahne var. Rocky’nin hocası Mickey, Rocky’ye şöyle diyor: “Bundan üç yıl önce inanılmaz biriydin, olağanüstüydün. Sonra bir boksörün başına gelebilecek en kötü şey geldi başına. Uygarlaştın. Artık aç değilsin. İştahını yitirdin.” Bu sözler üzerinde kafa yorarken kitabı çıkmayan öykücü ve şairlerin yaşadıklarına benzettik durumu. O bocalama sürecini, kitap çıktıktan sonraki süreçten daha kıymetli buluyoruz biz. Onun için böyle bir fikir geldi aklımıza. Siz de kabul ettiniz, teşekkür ediyoruz. Önce sizinle başlamak istedik. Tekrar hoş geldiniz. Kendinizden bahsedebilirsiniz biraz. Sizi tanımak isteriz.


Hoş bulduk diyelim o zaman. Hüseyin ben. Adımı biliyorsunuz zaten. Genç öykücü de sayılmam. İstanbul’da yaşıyorum, Ankaralıyım. Öykü yazma hikâyemle ilgili de şunu söyleyebilirim: 10­-12 yıl önce birkaç tane öykü yazmıştım. Ama bunu hiçbir dergiye göndermemiştim çünkü kafamda öyle bir düşünce yoktu. Çevremde sen bunu şuraya gönderebilirsin, işler şöyle olur, böyle düzeltirsin demedi kimse. Yani yazdığım her şey mükemmeldi kimse düzeltmediği için.
10 yıl önce niye başladım bilmiyorum, 10 yıl sonra niye tekrar başladım onu da bilmiyorum işin aslı. 2018 sonuna doğruydu galiba. Ondan sonra bu sefer öykülerimi gönderebileceğimi düşündüm. Birkaç dergiye yolladım. Bir gün Post Öykü’den bir mail geldi. Öykünüzü yayınlayacağız diye. Ben anlam veremedim tabii. Niye yayınlıyor ki. Gönderiyordum da sanki dipsiz kuyuya taş atmışım gibi geliyordu. Olumlu yanıt gelince bu sefer oha dedim, mükemmel. Bundan sonra her yazdığım yayınlanacak. Post Öykü’deki ikinci öyküm yılın sonunda yayınlandı. Öyle olmuyormuş.


Evet. Ben şahsen kendi adıma memnunum yazdığınız için. Öykülerinizi takip ediyorum. Zaten Twitter’da da iletişim kuruyoruz. Umarım bir gün yüz yüze görüşmek de nasip olur. Aslında bu anlattığınız şeyler çok kıymetli. Çünkü bu tip sorular hep kitabı çıkan insanlara, tırnak içinde başarılı insanlara soruluyor. Biz arkadaşlarımızla beraber diğer tarafı da düşünelim istedik.
Post Öykü’ye öykü gönderdiniz, iki yıl sonra yayınlandı. Ret yanıtı aldınız. Bu süreç de çok kıymetli aslında, ben onu da soracaktım size.


Yok, Post Öykü’ye ilk gönderdiğim öykü yayınlandı. Ondan sonra ikinci kabulü Post Öykü’nün, iki yıl sonra oldu. Ben arada 8-10 tane öykü göndermişimdir. Adamların beni böyle bağırlarına bastığını zannettim. İki öykü yayınlanınca, bundan sonra Hüseyin’in başımızın üzerinde yeri var diyeceklerini zannettim. Demediler. Doğal olarak demediler bu arada.


Peki Post Öykü haricinde öykü gönderdiğiniz başka dergiler var mı? Çok üretkensiniz. Bu yıl herhalde 20-30 öykünüz yayınlandı. O süreçten de bahsedebilirsiniz biraz.


Tabii. Post Öykü’den sonra bütün yolladıklarım yayınlanacak zannederken bir yıl gönderdiklerimi hiç kimse yayınlamadı. Ondan sonra Varlık’a 100 tane yollamışımdır mesela, Dergâh’a yolladım, Notos’a yolladım, Öykü Gazetesi’ne yolladım. Bunlar kabul etmeyenler, hiç kabul etmeyenler yani. Hece’ye yolladım birkaç kere, bir kere kabul ettiler. Yani şöyle bir durum oldu. Yayınlanmamaya başlayınca, ilk yayınlandıktan sonraki mükemmel yazar olma düşüncesinin gerçek olmadığını gördüğün bir noktada bu düşünceden vazgeçmeye başlıyorsun. “Bubi Sanat” diye bir site var, oraya yolladım, onlar yayınladı. Altına da birkaç tane güzel yorum geldi. Gelen güzel yorumlar bir süre daha beni idare etti. Ardından İshak’a yolladım, 4-5 ret cevabından sonra bir tanesini kabul ettiler. İshak kabul ettikten sonra da paldır küldür yayınlanmaya devam etti. Dedin ya üretken diye, çok şükür hızlı hızlı yazabiliyorum bir şeyi. Nerdeyse her ay birkaç dergiden yanıt bekleme aşamasına geçiyorum. Hâlâ Öykü Gazetesi’ne yolluyorum mesela. Şu ana kadar online dahil 50 kadar öyküm yayınlandı galiba. Bu demek olmuyor ki bütün yolladıklarımı ânında kabul etmiyorlar, hâlâ ret yanıtı geliyor yani.


İnsanın bir amacının olması çok güzel. bir gün kitap hâline de gelir çalışmalarınız. Böyle bir hazırlığınız var mı şu anda?


İnşallah diyelim. O retler ile ilgili de şeyi söyleyeyim: Ret yemekte sıkıntı yok esasında da, her derginin periyodu ayrı. 60 gün bekle, 90 gün bekle, belki haber veririz belki haber vermeyiz. Net olmama durumu can sıkıcı kitabı olmayan yazarlar açısından. O 90 günü, 60 günü beklesem mi beklemesem mi? Birçok matbu dergide esasında dipsiz kuyuya taş atar gibi hissediyorum. Yani gönderiyorum da okunuyor mu, açılıyor mu? O bile soru işareti olarak kalıyor işin aslı. Ama yazmaya, göndermeye devam ediyoruz. Kitap dosyası ile ilgili de biraz tembelim. Sadece Yapı Kredi’ye yollamıştım şimdiye kadar bir kere. Onların da iki ay süresi bitti, dolayısıyla kabul etmediler. Şimdi hikâyeleri değiştirerek yolladım, bakalım ona ne olacak. Şöyle bir şey var hocam, okuyan kişinin beğenisine çok bağlı. 50 tane hikaye var, doğru 8 taneyi, 10 taneyi seçsem belki Yapı Kredi vay be adam ne yazıyor diyecek. Ama adamın beğenisine hitap etmeyen 10 tanesini seçtiğimde böyle saçma sapan adamlarla uğraşıyoruz da diyebilecek. O yüzden seçim yapmak ve karşı tarafın beğenisini tam algılayabilmek zor. Kitabı olanların o anlamda avantajlı olduğunu düşünüyorum. Niye? Zaten editörle yakın temas halinde. Editör diyebilir, abi senin öykün basılır ya da bize hitap etmez. Bizim kitle olmaz ya da edebi olarak bu kötü. Kitapsızsa bizim gibi, seçim yapmak biraz piyangoya geliyor gibi hissediyorum.


Peki yazarken belli bir rutin takip ediyor musunuz? Kurgu bazılarında yazmaya başlamakla şekilleniyor, bazılarının ise zihninde. Sizin için tek bir tanesi mi geçerli yoksa ikisi de mi? Nasıl meydana geliyor yazma eylemi sizin için?


Valla oturuyorum yazıyorum abi. Çok böyle şairane rutinlerim yok. Bir kelime geliyor. Yük Edebiyat diye dergi çıkarıyoruz biz de, biliyorsundur, bilmiyorsan da bil ve takip et.


Biliyorum. (Gülüyor)


Oradaki arkadaşlar da biraz daha yakından şahit oluyor. Bir kelime çıkıyor, o kelimeden bir şey yazmaya başlıyorum. Eğer vaktim varsa o akıyor, vaktim yoksa o duruyor sonra tekrar oturuyorum, yazıyorum. Bir mekana bağlı değilim, her yerde yazabilirim. Hanımı AVM önünde beklerken notluğa da yazabilirim, akşam bilgisayar başına geçerek de yazabilirim. O üretkenliğin olayı da biraz oradan kaynaklanıyor sanırım. Aman klasik müzik olsun ya da oyun havası olsun, ortam loş olsun ya da aydınlık olsun. Pek önemli değil. Yazıyorum.


Harika. En güzeli. Beslendiğiniz bir dal var mı peki? Sinema olabilir, felsefe olabilir. Öykü yazma kabiliyetinizi güçlendiren şeyler.


İlk kez 2018’de yazmaya başladığımda şöyle bir metodum vardı: Herhangi bir ortamda birisi bir cümle söylediğinde o cümle hoşuma gidiyorsa onu not alıyordum. Onlarca cümle var telefonda, not kısmında. O cümleleri birleştirerek bir hikâye yazmaya çalışıyordum. O ilk yayınlanan öykümde bir balık var. Balık, adamın ölen babasının balığı. Bir hafta önce eve gelen arkadaş anlatmıştı. Bilmem nereye gittik adam ölmüş ama balığı orada yüzüyordu diye bir şey söyledi. Hiç hikâye ile alakası yok. Dedim ben bunu yazarım bir ara. Bunları birleştirebilmek, Osman’ın anlattığı şey ile Tarık’ın anlattığı şeyi birleştirebilmek biraz sıkıntı olabiliyordu ama yine de bir şeyler çıkabiliyordu. Sonradan tek bir ilhamdan ya da tek bir başlangıç noktasından tamamen kurguyu kendim oluşturmaya başladım.


Hatırladığım kadarıyla İsmet Özel 1969’da “Yıkılma Sakın” şiirini yazarken iki tane sağlam dişini çekmiş. Çünkü o sıra askerdeyken dişi çekilene üç gün istirahat veriliyormuş. İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ile mektuplaşıyor. O meşhur Yıkılma Sakın şiiri iki dişe mâl oluyor yani. İstiklal Marşı Derneği’nin yayın organında okuduğumda çok etkilemişti bu beni. Yani siz gerçekten iyi bir öykü için, kusursuz bir öykü için neleri feda edebilirsiniz? Çok romantik bir soru gibi ama beni çok etkiliyor bunun üzerinde düşünmek.


Etmem abi ya. (Gülüyor.) Aklıma geliyorsa yazarım, beğeniliyorsa beğenilir. Bu ukala bir bakış açısı mı, umursamaz bir bakış açısı mı ya da yaptığı işe saygısız bir bakış açısı mı kafamda bir yandan bunları çeviriyorum. Seninle yazışırken de dedim ya bana yazar deme, Twitter hesabımı ilk açtığımda da orada şey yazıyordu: bio’da yazar ama yazar değil. Böyle bir yazarlık algım yok. Kafamda kurguların dönmesini seviyorum. Onları aktarmayı seviyorum. Bir iki kişi de vay ne güzel yazmışsın dediğinde hoşuma gidiyor. Öykü yazacağım diye Ağrı Dağı’na tırmanır mıyım? Yok. Ağrı Dağı’na tırmanırım orada aklıma bir şey gelirse yazarım, Ağrı Dağı’na gidemiyorsam da metrobüste takılırım. Bu arada şunu da söyleyeyim. Fikir bence çok iyi, öykülerin belli bir süre yayınlanmayınca bırakmayı düşünüyorsun. Belli bir noktaya gelmiş kişileri de motive edebilecek bir uygulama olacak. İnşallah kalıcı olur.


Çok teşekkür ederiz. Bizim niyetimiz de o zaten, henüz yolun başındakileri keşfetmeye çalışmak, onların hikâyesini dinleyebilmek bizim için çok kıymetli. Her ay bir söyleşi yapmak istiyoruz henüz kitabı çıkmamış bir şair ya da öykücü ile. Biraz da öykülerinizden bahsedelim müsaadenizle. Bize attığınız öykülerle ilgili arkadaşlarla bazı sorular hazırladık. Bir öyküde karakterinizin sistemle yaşadığı sorunu açıkça görüyoruz. Zaten kendisi de toplumdaki kalıplara göre hareket ettiğini söylüyor açıkça. Aynı karakterin hiçbir baskıya maruz kalmadığı bir dünyayı düşünelim. Tercihleri nasıl olurdu sizce?


Dünya hakikaten huzurlu bir yer olsaydı yine öğretmen olurdu ama sadece dersini işler, insanlarla çok muhatap olmazdı. Akşam evde belki öykü yazardı.


‘Varla yok Ramazan’ öykünüzdeki Ramazan nereye gidiyor?


Muhtemelen Balıkesir’e falan gidiyor ya. O öyküde şunu dediler: çok da yeni bir şey yazmamışsın, her ailede vardır böyle kaybolan kişiler. Rahmetli dedemin defterlerinden birinde yine rahmetli dayılarımdan birinin geldiğine dair bir not var. 1970-1980’ler. Belki de ondan etkilendim ama aklıma ilk gelen şehir Balıkesir.


Bir de annesi var Ramazan’ın. Toplumun düşünce şeklini benimsemiş gibi geldi bize. Sizce evrensel bir tipleme mi Ramazan’ın annesi?


Herkesin annesi kendine hocam. (Gülüyor) İnsanlar çeşit çeşit, her ülkede öyle bir anne vardır. Hiç karışmayan anne de vardır, daha fazla düzelten anne de vardır, şefkatlisi de vardır. Genellemeye gerek yok.


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yüksek Sekreterliği Strazburg’a yazdığınız başvurunuza cevap aldınız mı?


Öykünün en altında esasında bir zarf var. Bu öyküyü Yük Edebiyat yayınladı. Uğur Hoca’nın çok güzel bir tasarımı var. En alttaki zarfta üzülerek bildiririz ki diye başlıyor gelen cevap. Gerisinde ne yazdığını bilmiyoruz. Adamlar yine de kayda almış. Cevabın olumsuz olduğunu biliyoruz. Devamını yazacak olsam mevzuat maddeleri eklerdim. Avrupa İnsan Hakları olarak şunları hedefliyoruz, bunun için şu maddelerden üç aşamayı yerine getirmeniz gerekiyor diye yazardım devamını yazacak olsaydım.


Saye, mikrofon sende.

Saye: Merhaba Hüseyin Bey, nasılsınız?


Hüseyin Kılıç: Teşekkürler, siz nasılsınız?


Ben de iyiyim, teşekkür ederim. Ben şu soruyu sormak istiyorum öykülerden önce, az önceki konuşmalara istinaden. Bana yazar deme, dediniz. Size göre yazar nedir? Kimlere yazar denir?


Onu da düşündüm ama bir cevap bulamadım. Küçükken çok ulvi bir şey olarak kodlanmış galiba kafamda. Kendimi o ulvi şeylere çok yerleştiremiyorum. Bu akademisyenlerde de var. Yaş itibari ile arkadaşlardan akademisyen olanlar doktor, doçent olma aşamasında. Ben onları isimleri ile tanıdığım için doktor olmaları garip geliyor. Bir şirkette olsalar garip gelmeyecek. En tepede de olsalar, bir şirkette yükselmeleri garip gelmeyecek. Doktor benim kafamda şey bir yerde, akademik doktor, doçent unvanı… Birlikte kart oynadığım insanlar. Çok nitelikli insanlar bu arada.(Gülüyor) Kafamda çok ulvi yere koymuşum. Bir de çok fazla ‘yazarım’ demek isteyen insan gördüğüm için şurada burada, kendimi o laçkalığın içine atarım gibi hissediyorum açıkçası.


Doğru söylüyorsunuz sanırım ama yazar konusunda da bir ölçüt belirlemek gerekiyor. Bu konularda konuşulduğunda yüklenen bu olumsuz yargılardan dolayı ‘bana yazar deme’ gibi bir durum yaşanıyor. Birilerine de yazar deniyor hâliyle. Bunun netleştirilmesi gerekiyor diye düşünüyorum.


Başkası derse sağ olsun güzel, ama ben kendime demeyeyim en azından.


Evet, bunda anlaşabiliriz galiba. Müsaadenizle öykülerle ilgili sorulardan devam etmek istiyorum. Varla Yok Ramazan’dan devam edeyim. Ramazan babasının günlüğünü okuyordu, babasının kendisini sevdiğini ve bu sevgiyi gösteremediğini fark ediyordu. Açıkçası okuduğum zaman bana bu sevgi yetersiz geldi, Ramazan’ın yerinde olsam babaya karşı olumlu duygu besleyemeyeceğimi düşündüm. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?


Allah uzun ömür versin sizinkilere. Babam öldükten sonra o duygular biraz farklılaştı. Ölümün şok etkisi de var. Orada da esasında Ramazan’ın kafası karışıyor. Ben babamı yaşarken de çok severdim, hâlâ da çok severim, o yüzden tam objektif bir cevap verebileceğimi sanmıyorum.


Ramazan hikâyesinde hem tipik bir anne hem tipik bir baba görüyoruz. Annelik sorusu soruldu, kafamda netleşmeyen bir durum oldu, oradan devam edeyim. ‘Öyle bir anne’ dediniz cevabınızda ya da ‘öyle bir baba’, bunlar toplumumuzdaki anne baba tipleri. Evrensel bir anne baba modeli ile karşılaştırdığınız oluyor mu bu toplumsal anne baba modellerini?


Dediğim gibi bunu bir kalıba sokmayı doğru bulmuyorum. Her karakter kendi başına değerlendirilmeli.


‘Varla Yok Ramazan’ ile ilgili son sorumu soracağım. Melek konuşabilse idi ne derdi Ramazan’a?


Babasının da Melek ile konuştuğunu düşünüyorum. Babanın bakış açısını detaylandırırdı. Melek daha fazlasını duyduğu için orada öyle yazmış ama aslında bu da böyle gibi şeyler söylerdi.


Buradan babanın anlaşılamadığı ya da anlaşılmaya daha açık olması gerektiğini çıkarabilir miyiz?


Evet, hatalı ama anlaşılamamış da.


Genellikle öykülerinizde ortak bir yön fark ettim. Zorluklarla karşı karşıya kalmış kişiler ve buna karşı boş vermiş bir tavır var. Bu karakterler ile sizin karakteriniz arasında bir kesişme noktası var mıdır?


Aşırı zorluklara maruz kaldığımı düşünmüyorum. Zihinsel olarak benzer bir şey vardır belki. Böyle acılarla dolu bir çocukluk geçirmedim.


Öykülerinizi keyifle okudum, devamını da bekleyeceğim. Sözü tekrar editöre bırakıyorum.


Tarık: Hüseyin Abi, hepsini cevaplamak zorunda değilsiniz. Saçma sapan birkaç tane soru hazırladık. Bu soruları soracağım size, sonra da sohbete katılan arkadaşlar size soru yöneltmek isterlerse onlara söz hakkı veririz.
Tüm insanların uymak durumunda olacağı bir kural koysaydınız, bu ne olurdu? Bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken sorular ama siz sürpriz olsun istediniz.


Şarkı söylesinler, biraz keyifle vakit geçirmeye bakmak lazım, zaman hızlı akıyor. Şarkı söylesinler.


Hangi sanat eserinin sizin elinizden çıkmasını isterdiniz?


Haldun Taner’in On İkiye Bir Kala kitabını okudum. Onu keşke ben yazsaydım dedim.


Tarihten bir insan çıkarıp klonlayabilseydiniz bu kim olurdu?


Keşke bin sene önceki dedemin dedesinin dedesini bulsam da klonlasam. Anlatsa bana.


Sigara içiyorsunuz diye biliyorum. Hangi sigara paketinin siyah olmamasını isterdiniz? Bu benim en beğendiğim soru oldu, Fatih Kanpara düşündü. Biz şöyle bir yanıt verdik: Kırmızı Marlboro ve Camel Soft dedik. Sizin yanıtınız ne olurdu?


Kırmızı Marlboro’nun olayı var da, Camel Soft sonradan bozduğu için Camel’in kendi özüne dönmesi lazım paketten önce. Yanıtım Kırmızı Samsun olurdu.


Furkan Soylu, bu cümleyi not edelim: Özüne dön Camel! Hoşuma gitti benim, beğendim. Son soruyu soruyorum, sonra diğer arkadaşlara söz vereceğim. Roadrunner’ı nasıl yakalardınız?


Tepeden üstüne atlardım. İnatla üstüne atlardım. Tam kayalık bir yerden geçerken. En son yapışınca da sağ sol vururdum, sen misin benden kaçan?


Çok teşekkür ederiz Hüseyin Abi, bize vakit ayırdığınız için. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?


Benden beş öykü istediniz ya, onlardan birisi Otomobil Uçar Gider idi. O benim 10-12 yıl önce yazıp hiçbir yere göndermediğim öykümdü. 12 yıl sonra yolladım. İlk başta reddedildim, sonra Lacivert’te yayınlandı. Ben şöyle düşünüyorum, on yıl önce birisi beni cesaretlendirseydi daha sık yazmaya başlardım. Bir şey beklemeye gerek yok. Karşı taraf beğenmez mi, beğenmesin. Nasıl olsa senin Hece’nin editörünü görme ihtimalin binde bir, görsen de adam seni tanımayacak. Binlerce öykü geliyor. Özellikle büyük dergilere zaten çok fazla öykü geliyor, ben yazdığımı unutuyorum adamlar senin yazdığını hâliyle unutacak. Yazan göndersin. On yıl beklemesine gerek yok. Reddedilirse on yıl erkenden reddedilmiş olur, kabul edilirse de on yıl erkenden kabul edilmiş olur.


Çok güzel bir tavsiye oldu, teşekkürler. Ömer Bey söz istedi, Ömer Bey buyurun.


Ömer Kaya: Herkese iyi akşamlar. Çok teşekkür ederiz böyle bir program yapmayı düşündüğünüz için. İlk duyduğumda şaşırtıcı buldum ve beğendim. Hüseyin Bey’in buraya konuk olmayı hak ettiğini düşünüyorum. Kendisine bir soru sormak istiyorum. Kendisini her ne kadar tanıyor olsam da aslında cevabının herkes tarafından duyulması için sormak istiyorum. Kime yazar denir diye bir soru sormuştunuz. Hüseyin Bey bence bu soruya doğru cevap verdi. Öncelikle bunun mütevaziliği berbat eden bir şey olduğunu düşünüyorum. Özellikle sosyal medyada görüyorsunuz. Başta ben yıllardır aradığım cevabı verdiği için Hüseyin Bey’e teşekkür ediyorum. Buna bizim cevap vermemiz gerekiyor. Evet Hüseyin Bey bir yazardır. Son birkaç yıldır tanıyorum kendisini. Pek çok öyküsünü ilk ben okudum. Bu açıdan kendimi çok şanslı hissediyorum. Kendisine bir derginin yazı gönderenlere karşı tavrı nasıl olmalı diye sormak istiyorum. Teşekkür ederim, iyi akşamlar.


Hüseyin Kılıç: Bence kesinlikle cevap vermeli. Olumlu ya da olumsuz. Beğendik ya da beğenmedik. Ben büyük dergiler bir iki paragraf okuyup kenara koyuyor diye tahmin ediyorum. Yine de uygun bulunmamıştır demeli en azından. Ekstradan çok bariz şeyler varsa onları da yazmasını isterim. İmlaya dikkat et dese karşıdakine bir avantaj. Tasvirleri uzatma dese karşıdakine bir avantaj.


Tarık: Katılan ve soru soran herkese Teşekkür ederiz. Müsaadenizle nihayete erdirelim programı. Son sözlerinizi alabiliriz.


Valla teşekkürler, Kereste Dergi’ye de teşekkürler, bu fikir için de teşekkürler. Fikir bence çok iyi. İnşallah herkesin dilediği gibi olur her şey.

Şüheda
EDİTÖR