. k e r e s t e

d e r g i

Makale

Karanlığa Davet: Endişe Çağımızın Atlası Olarak Distopyalar

MUSTAFA ÖZDEMİR - 08 OCAK 2022

KARANLIK ÇAĞIN ELÇİLERİ
Karanlığın hükümranlığına doğru sürükleniyoruz, gezegenimiz can çekişmekte ve bünyesindeki zehri bizlere kusmakta, siyasi sistemlerimiz refahı sağlayamadığı gibi adalet noktasında da sınıfta kalmakta, dünyanın dört bir yanında devletler ve toplumlar göçmenlere karşı insanlık sınavında çetin bir mücadele vermekte… Âdem’in oğulları ve Havva’nın kızları olarak bir lanete müstahak olduk: durduramayacağımız kadar kudretli eylemleri başlatabiliyoruz.

Her şeyin idealize edildiği bir düzen hayalini anlatan ütopyaların aksine distopyalar; tam aksi bir şekilde geleceğe yönelik karamsar bir bakış sunarak totaliterliğin/diktatörlüğün her tarafa uzandığı bir düzene dair anlatı sunan 1984, Fahrenheit 451, Biz, Cesur Yeni Dünya gibi edebi kurgulardır. Özgürlüğün, teknolojinin ve istikrarın karanlık şafağını anlatan distopyalar; insan egemenliğinin ulaşabileceği sınırları ve siyasi iktidarın kötülüğünün sistemleşmesi konusunda bizleri uyaran işaret fişekleridirler. Aşırılıkların çağı olan ve insan iradesinin ihtiraslar peşindeki savaşlar ile dünyayı kasıp kavurduğu son yüzyıl, distopyaların bir biri ardınca sahneye çıkmasına sebep oldu. Ütopyaların hayal dünyasında yaşayan insan, bir anda gerçekliğin kâbusa dönüşmesine şahitlik etti.


Modernliğin Gördüğü Rüya: Ütopya
Modernite, bir “tektipleştirme”dir. Her bir konuda yalnızca bir doğrunun var olduğuna ve bu doğruya da yalnızca arı rasyonalitenin aracılığıyla ulaşabileceğine inanmaktır. Doğal olarak doğrunun dışarısında kalan her bir değer/yargı/kimlik yanlış olarak etiketlenecek ve yok edilmeye çalışılacaktır: Mademki bilim tek gerçektir, öyleyse gelenek de kimdir(!) Mademki insan iyidir, o halde onu cezalandırmaya çalışan yaratıcı da kim oluyordur(!) Mademki “ulus” insanları birleştirici yegâne güçtür ve ulus-devlet en ideal sistemdir, o vakit çok uluslu imparatorlukların kökünü kazımalıdır(!) Modernite, aklın ulaştığı seküler ve tanrısız değerleri evrensel bir değer olarak görmekte ve elini attığı her yeri yıkarak tek bir biçime indirgemektedir.
Modern insan, cennetin bu dünyada ulaşılabilir olduğu hayalini kuran ve bu hayal uğruna tüm fiziki ve beşeri alanları kontrol altına alarak ideal formuna getirmeye çalışan insandır. “Ütopya” işte bu cennet hayalinin adıdır. Tüm tarihsel birikime set çekip yalnızca aklın rehberliğinde olan kusursuz, pürüzsüz, mükemmel bir dünya hayalini ortaya koymaktır. Bu, tarihten ve dinlerden büyük bir kopuştur. Modern projede insana karşı tehdit oluşturabilecek ya da insan iradesine müdahale edebilecek her bir varlık –başta Tanrı inancı olmak üzere- devre dışı bırakılmış, ulaşılabilir her bölge “ratio”un kontrolüne verilmiştir.
Modern insanın kontrol altına alma arzusu, ütopyalarda model olarak kendini gösterir. Sosyal, siyasi, fiziki, her yapı düzenlenir; en ince detaylarına kadar idealize edilir. Aklın yolu birdir(!) öyle ise farklılıklar ideal yapı için bir tehdittir, kontrol altına alınmamış her bir varlık/mekân/zaman dilimi kaosun habercisi olabilir. Öngörülemez olanı kendi hâkimiyetine almak isteyen insan için tek yol iradenin sınırlarında özgürleşmek, uzanılmamış/düzenlenmemiş bir yer bırakmamaktır. Böylece ütopyaların rehberliğinde yeryüzü cenneti insanın ayaklarına serilmiş olacaktır.


Rüyanın Kâbusa Dönüşü: Postmodern Saçılma ve Distopya
Postmodernite, bir saçma ve saçılmadır. Modernitenin örmüş olduğu tüm örüntülerin, inşa ettiği tüm yapıların, oluşturduğu tüm çerçevelerin yıkılması; parçalanması ve etrafa saçılmasıdır. Modern insanın kurduğu cennet hayalinin kâbusa dönüşmesi, cehennemin karabasan gibi yeryüzüne çökmesidir. Modernitenin aklın egemenliği dışındaki tüm gerçekliği dışlamasına karşın postmodernite aklın da kapı dışı edilmesi, hiçliğin egemenliğinin başlamasıdır. Modern insanın tek bir hakikatin var olduğu iddiasına karşın postmodern insan, hiçbir konuda bir hakikatin var olamayacağını iddia edecektir.
Modernite kendi öz yıkımını getirmiştir ve bu öz yıkımın enkazından postmodernite doğmuştur. Geçtiğimiz yüzyıl modernizmin pençelerinin dünyayı kana buladığı yüzyıldır. Modern projenin içinden fışkıran otoriter, totaliter ve faşist rejimler dünya savaşlarının fitilini ateşlemiş; devrimler, krizler, soykırımlar, felaketler yeryüzünü esir almıştır. Bu, modern projenin iflasıdır. Modern insanın kaçmaya çalıştığı tüm korkular gün yüzüne çıkmış, kontrol altında tutmak istediği tüm alanlardan kaos sızmış, en berbat kabuslar gerçek olmuştur.
Modernliğin, yerini postmodernliğe devrettiği bu çağda ütopyaların yerini distopyalar alacaktır. Distopyalar, ütopya hayaliyle rüyalar düşlerken çalan alarm sesi ile bugünün gerçekliğine uyanmaktır. Distopya, ütopyanın antisi değildir; ütopyaların aşındırılması, modern projenin kontrol manyaklığının en uç sınırlara ulaşmasıdır. Kaosun süzüldüğü her bir deliğin kapatılması çabası, durdurulamaz kudrete erişmiş medeniyetin bir lanete dönüşmesidir. Ütopyaların her şeyin çok güzel olacağı söylemine karşılık distopyalar, aslında hiçbir şeyin güzel olamayacağı iddiasının tokat gibi yüze çarpılmasıdır.


İKTİDAR, GÖZETİM VE BİREY ÜÇGENİNİN KESİŞİMİNDE DİSTOPYALAR
İstikrar ve düzeni sağlamak uğruna George Orwell’ın 1984’ü gerçeklik dâhil her şeyin, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı mutluluk ve özgürlüğün, Yevgeni Zamyatin’in Biz’i bilimin, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ise bilginin feda edilmesinin bir anlatısıdır. Elbette söz konusu her bir eser bu maddelerin her birini kendi içerisinde barındırmaktadır. Modernitenin karanlık bilinçaltının bir sunumu olan distopyalar; önce kendi devirlerine, sanayi uygarlığına, ardından gelecek çağlara, merkezileşmiş devletin her şeyi yutabilecek kudretine karşı bir uyarı, bir eleştiri, bir başkaldırmadır.


İktidar: Bireyin İmhası ve Kitlenin İnşası
Devlet’in tüm hayatı en ince ayrıntısına kadar tanzim etmesi distopyalarda göze çarpan bir unsurdur. Biz ve 1984 özellikle bu konuda öne çıkmaktadırlar. Artık hiç kimsenin isminin olmadığı herkesin yalnızca kimlik numaraları ile tanımlandığı Biz evreninde toplum âdeta bir toplama kampındaymışçasına yaşamaktadır. Herkes üniformalıdır, kalkış ve yatış saatleri belirlenmiştir, her şeyin planlaması çok önceden yapılmış, kişilere yalnızca programa itaat kalmıştır. Bu evrende artık birey yoktur, yalnızca mekanik bir yaşama mahkûm edilmiş kitle vardır. Her şey “Biz” yani ulus/toplum/halk/devlet/düzen içindir. Aykırı davranmak; yani “bir ruha sahip olmak” suçtur, zira bir ruha sahip olan düşünür, sorgular ve düzenden kaçmanın yollarını arar.
Bireyin olmadığı bu karanlık evrende “biz”i inşa etmenin yolları toplumsal ritüellerdir. Bu Biz’in dünyasında anma günleri aracılığı ile yapılırken 1984’ün dünyasında ise nefret toplantıları aracılığıyla gerçekleştirilir. Böylece birey olmanın yerini kitle olmak alacak; artık kimse fert olarak değil, devletin tayin ettiği toplum kimliği ile düşünecek, karar alacak, düzene itaat edecektir. Bu, yekpare/monolitik yapıya sahip bir toplumun inşa edilmesi girişimidir.
İktidar her şeye karar vermektedir. Bu nokta Biz ve 1984 evrenlerinde cinsellik gibi mahrem bir alanda dahi devletin karar alıcı erk olması olarak kendisini gösterirken, Cesur Yeni Dünya’nın evreninde biyoloji üzerine kurulan tahakküm ile insanın kaderine müdahil olmak anlamına gelir. Laboratuvarlarda üretilen insanların zekâlarına ve fiziki yapılarına müdahale etmek, hayatlarını sürdürecekleri sosyal sınıfı daha onlar doğmadan belirlemek, düzeni sağlamak adına girişilebilecek uç sınırları işaret etmektedir.
Herkesin devletin casusluğunu yaptığı, belirlenen planın/zamanın dışına çıkanın ajan muamelesi gördüğü toplumda birey ölmüştür. Yalnızca sistemin arzuladığı/düzenlediği şekilde birbirinin aynısı olan -aynı düşünen, aynı giyinen, aynı şeyleri yapan, aynı şeylerden zevk alan- tektipleştirilimiş kimselerin oluşturduğu bir kitle vardır. Böylelikle devlet/sistem topluma istediği şekli verebilecek ve “sürüyü” istediği noktaya kanalize edebilecektir.


Teknoloji’den Teknofobi’ye Denetim:
Bilim ve teknolojik ilerleme, ütopyalarda bizleri vahşi doğanın karanlığından kurtaran güç iken; distopyalarda bizi kendi karanlığımıza mahkûm eden güce dönüşmüştür. Matematik ve rasyonel düşünce tüm hayatı esaret altına almıştır. Yaşam, en ince ayrıntısına kadar planlanmakta; mevcut düzen mühendislerin hesaplarında şekillenmektedir. Daha öncesinden belirlenmiş rutinler, ileri teknolojinin sunduğu imkânlar dâhilinde tıkır tıkır yürümektedir(!) Ancak bu beklenen cennetin değil korkulan cehennemin gelişidir. Bu; “zayıflık” olarak görülen duyguların, hislerin ve inançların kapı dışı edilmesidir. Zira Huxley’in evreninde söylendiği gibi: Birey hissederse toplum sendeleyecektir. Her şeyin bilimin(!) egemenliğinde olduğu Biz evreninde sanat da bilim için var olmaktadır. Sanat da dâhil her bir eylem, bilimin kurmuş olduğu bu sisteme hizmet ettiği müddetçe meşru olacaktır.
Bentham’ın “Panopticon”u gibi, bir sisteminin distopyalarda kendisini gösterdiği görülür. Orwell’ın 1984’ünde Büyük Birader’in gözü herkesin üzerindedir, onun yaşıyor olup olmadığının dahi artık bir önemi yoktur; önemli olan kitlelerin izleniyor olduğunu bilmesi, her daim gözetim altında olduğu bilinciyle hareket etmesidir. Bununla birlikte “Düşünce Polisi” de bu denetimin bir uzantısıdır. Zamyatin’in Biz evreninde ise cam bir fanus benzeri şeffaf yapılarda zaten herkes birbirini gözetlemektedir. Perdeler yalnızca pembe biletlerin kullanıldığı cinsel birliktelik saatlerinde indirilmektedir.
İşte rasyonalitenin hâkim olduğu bu kara evrenlerde her şeyin en doğrusuna akıl ile ulaşmış merkezi yönetim; televizyon ekranlarıyla, medya araçlarıyla doğruyu(!) toplumun geri kalanına anlatmaya/göstermeye çalışmaktadır. Devasa ekranlar yalnızca izleme değil aynı zamanda birer izlenme aracına dönüşmüşlerdir. İktidarın gözü artık her yerdedir ve insan için mahrem/şahsi hiçbir zaman ve mekân imkânı kalmamıştır. Artık her bir metrekare kamusal alana dönüşmüştür.
İletişim ve ulaşımın sağladığı hız ve tüketim, yaşamın yegâne amacı haline gelmiştir. Bu konu Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında özellikle ön plandadır. Mutluluk ve özgürlük tüketmek ile eş anlamlı hale getirilmiştir. Yaşama hâkim olan bu hız kimseye durup düşünme şansı bırakmadığı gibi toplumsal olarak da bellek ve hissiyat kaybına yol açmıştır. Artık kimsenin ne olup bitenlere yönelik bir düşünme vakti vardır ne de iktidara karşı kitlesel bir eylem ortaya koyabilecek bir durum söz konusudur. Bu bir unutma, umursamama uygarlığıdır. Daima haz ve mutluluk peşinde koşmakta olan insan; öznel bir eylem gösterme iradesini yitirmiş, toplum kendisini feshetmiş, kitleler itaatkâr ve sessiz yığınlara evirilmiştir.


Politik Söylemin Gücü: Gerçekliğin Yeniden Üretilişi
Hesap dışı hiçbir alan bırakmak istemeyen iktidar, gözlerini bilgi/gerçeklik üzerine çevirecek ve bu sahayı da kendi lehinde şekillendirmeye çalışacaktır. Bradbury’nin Fahrenheit 451 ve Orwell’ın 1984 kurguları bu konuda akla ilk gelen eserlerdir. Her ikisinde de bilgi üzerinde egemenlik kurma tasarılarının en uç sınırlara kadar götürüldüğü görülmektedir. Zira varlığını korumak isteyen hesapçı akıl için tek yol, kendisi dışındaki tüm dünyayı yeniden kurgulamak olacaktır.
Nazilerin Berlin’de 20.000’den fazla kitabı yakmasına bir gönderme yapan ve insanı düşünmeye/sorgulamaya itebilecek her türlü kitabın ortadan kaldırıldığı bir dünyayı anlatan Fahrenheit 451 evreninde, bilginin imhası için itfaiyeler görevlendirilmiştir. Evlerinde kitap bulundurduğu kanısı ile herkesin birbirini ihbar ettiği toplumda düşünme eylemi hayattan diskalifiye edilmiştir. Kitapların suç nesnesi, okumanın ise suç eylemi olduğu bir dünyada kitapların yerini televizyonlar almıştır. İnsanlar için bilginin tek kaynağı, idari merkezin elinden süzülüp gelen TV dizi ve programları olacaktır.
Fahrenheit 451’in bilgiyi imha etmeye yönelik bu tercihine karşılık 1984’ün evreninde bilginin/gerçekliğin değiştirilmesi/yeniden üretilmesi söz konusudur. “Gerçek Bakanlığı”nın emrindeki bilgi ve gerçeklik her geçen gün yeniden kurgulanır. Tüm bir tarih; dün, bugün ve yarın Büyük Birader’in emrinde olmalıdır. Bacon’ın “Bilgi, Güçtür.” önermesine karşılık Orwell’ın distopyasında bu önerme “Cehalet, Güçtür.” şekline evirilmiştir. “Savaş, Barıştır. Özgürlük, Köleliktir. Cehalet, Güçtür.” sloganı her yeri kaplamakta, bu tekrarın gücü insanların algılarını şekillendirmektedir.
Bilgi ve düşünce üzerinde egemenlik inşa etmenin en korkunç sınırlarının keşfedildiği Okyanusya devletinde dil üzerinde de tekel oluşturulmaya, dil üzerinden zihinlere şekil verilmeye çalışılmaktadır. Orwell eserinin sonuna “Günceldil İlkeleri” bölümü de ekleyerek detaylı bir kurgu sergilemiştir. 1984’ün kasvetli dünyasında dilin kısırlaşması, anlamların katılaşması, tüm kelimelerin içeriklerinin siyasi rejim tarafından atanması söz konusudur.
Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında ise endoktrinasyon aracılığı ile bilgi ve gerçeklik tekelinin inşa edilmesi vardır. Kendisi için en iyisinin, henüz o doğmadan yazılmış kadere uyum sağlamak olduğu; mutluluğun yalnızca kadere itaat ile mümkün olabileceğinin bilinçaltına işlendiği evrende özgürlüğün yalnızca illüzyonu vardır. Tüketimin aşırı bir şekilde teşvik edildiği, herkesin kendi hazları peşinde koşması gerektiğinin öğretildiği toplumda; aslında herkes özgürlük adı altında hazların kölesi haline getirilmiştir. Kurulu düzeni sorgulatmamanın yolu, her bir canlıya tüketimin peşinde koşmayı öğütlemektir.
Kitleleri durmaksızın gözetlemenin, siyasi iradenin ortaya koyduğu her bir baskı-şiddet-yasaklama eylemini meşrulaştırmanın tek yolu; bir düşmanın sürekli üretilmesidir. Bu düşman 1984’de sürekli değişirken, Cesur Yeni Dünya evreninde vahşi ayrı bölgelerde, Biz’de ise yeşil duvarın ötesindedir. Düşmanın/teröristin kim olduğu önemli değildir; önemli olan bir düşmanın daima var olması, sistemin daima tehdit altında olması, rejimin güç kullanmak zorunda kalmasıdır. Tarih de bu uğurda münasip bir biçimde şekillendirilmek üzere iktidarın elinin altındadır. Bu durum ise bir bellek kaybına yol açmıştır. Her bir distopya evreninde, (Biz, 1984, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451) kurulu düzen öncesi bilinmemekte ya da antik/yanlış/kötü olarak tasvir edilmektedir. “Tarih”in, “Gerçek”in ve “Özgürlük”ün adı her yerdedir fakat kendisi hiçbir yerde değildir.


İDEOLOJİK KAPANMALAR ÇAĞINDA DİSTOPYALARI YENİDEN OKUMAK:
İdeolojik kapanmalar çağının içerisine doğru yuvarlanıyoruz, bir kültür krizinin içerisindeyiz. Moderniteyi yıkan fakat postmodernitenin çözüm sunamayan yapısından hoşnut olmayan insanoğlu, kendine ördüğü kafesin içerisinde debelenmektedir. Politik, sosyolojik ve ekonomik krizlerle mücadele edilen çağımızda popülist ve ideolojik siyasi üsluplar yeniden yükseliştedirler. Distopyalar, işte bu içerisine doğduğumuz endişe çağımız için bir atlas görevi görebilirler. Bu nedenle dünyamız distopyaların rehberliğinde yeni bir okumaya tâbi tutulmalıdır.
Günümüzde “iktidar” her yerdedir/her yerde olmaya çalışmaktadır, tıpkı distopyalarda olduğu gibi. Ancak bu durum -medyanın perdelemesi nedeniyle- distopyalardaki gibi çıplak haliyle görülmemektedir. Hem modernizmin merkeziyetçi anlayışının bir mirası olarak hem de her kafadan çıkan fikrin doğruluk payının olabileceği söylenen postmodern devirde siyasi istikrarı sağlayabilme nedeniyle “iktidar”, tüm noktalara sızmanın peşindedir. “Kâdir-i mutlak” bir hale bürünen/bürünmek isteyen siyasi erk, her bir noktaya uzanabilmenin ve uzandığı her yerde dengeleri kendi lehine çevirebilmenin derdinde olacaktır. Bu, politik yapının Tanrılık rolüne soyunmasıdır.
Milliyetçi/ırkçı/faşist söyleme dayalı bir dil kullanan popülist siyasi üslubun küreselleşmesi; bu tehlikenin dünyanın belli bir bölgesi için değil, tüm ülke ve kültürler için bir tehlike arz ettiğini göstermektedir. Trump “liberal değerlerin” vatanı ABD’nin bağrından çıkmamış mıdır? İslam karşıtı ırkçı politik söylemler ve saldırılar Avrupa’dan, Çin’e ve Avustralya’ya uzanan geniş bir coğrafyada meydana gelmekte değil midir? Günümüzde kimin hain/terörist kimin milli olduğuna siyasiler karar vermekte değil midir? Ayrıca sürekli bir düşman tehdidinin altında olunduğu söylemi politikacıların dillerinden düşmekte midir? Peki, tüm bunların 1984 evreninin bir yansıması olmadığını kim söyleyebilecektir?
Günümüzde bireylerin bedenleri üzerinde devletlerin söz hakkı olduğu iddia edilemez midir? Aşı, kürtaj, nüfus kontrol politikaları distopyaların biyopolitik iktidarlarının evrenlerinden ne kadar uzaktadır? Kitleleri topluma uyumlu vatandaş haline getirmek için her bir kişinin aynı eğitim sisteminden geçirilmesi farklılıklara ne kadar yaşama şansı tanımaktadır? İnsanların ne giymesi gerektiğine, hangi dilde konuşacağına, hangi inanca mensup olacağına politik merkezin karar vermesi distopyalardan azade midir? Yoksa her birimizin dijital dünyanın sunduğu imkânlar dâhilinde nerede olduğumuzu, ne yediğimizi, ne düşündüğümüzü gönüllü bir şekilde paylaşıma sunmamız Cesur Yeni Dünya’da özgürlüğün bir yanılsama olarak pazarlanmasından ayrı bir durum mudur?
Tüm bu sorular olumlu da yanıtlanabilir olumsuz da. Fakat bu durum distopyaların günümüz ve geleceğimiz için bir uyarı olarak okunması gerektiği gerçeğini değiştirmemektedir. İnsan iradesinin buyruğuna sunulan kötülüğün egemenliğine yine insan iradesinin başkaldırısı karşı koyacaktır.

 

MUSTAFA ÖZDEMİR

Şüheda
EDİTÖR